19 Haziran 2011 Pazar

HELAK KOMANDOLARI

Helak Komandoları from Ali Cem Doğan on Vimeo.



Sendikal hak ve iş güvencesi için aylardır Konak Belediyesi önünde eylemlerini sürdüren Taşeron İşçilerinin direniş öyküsü...

-----------------------------------------------------

Yönetmen/ Kamera / Kurgu
Ali Cem Doğan

Ses
Burcu Aktaş
Ilgınsu Koçoğlu

----------------------------------------------------

Bizim bu belgeseli yapmaktaki temel amacımız gün itibariyle 100. günlerini doldurmuş olan Konak Belediyesi Taşeron İşçilerinin seslerini duyurabilemekti. Bu düşünce ile yola çıktık.
Ana akım medyada İşçilerin temsili ve mücadeleleri hep "dış güçler" "chp düşmanı" gibi haberlerle gösterildi.
Bu ülkede olan bitene gerektiğinde gözlerini çok iyi kapatabilen ana akım medya organları karşılarında bir şekilde ayakta durma çabası içerisindeki işçileri manşetlere taşıyabilecek kadar "haber değeri" taşıdığını düşünüyormuş. Tarafsız gazetecilik denen şeyin doğası itibari ile "iki tarafın da" görüşlerinin alınması gibi bir süreç vardır. İşçilerle yaptığımız görüşmelerde böyle bir görüşmenin olmadığını öğrendik.
Ellerinde medya gibi bir gücü bulunduran gazetecilerimiz görevlerini çok iyi yerine getirdiler. Bizim elimizde ise sadece kameramız vardı.
Görüşü ne olursa olsun, mücadelesi ne olursa olsun seslerini duyuramayan, görüşleri çarpıtılan ve "yönlendirilmiş ve sözde tarafsız medya" tarafından mücadeleleri alaşığı edilmeye çalışılan herkesin seslerini duyurabilme hakları olduğunu düşünüyoruz.
Önümüzdeki seçim günlerinde belgeselimizin bizim rahatsızlık duyacağımız "taraflara" çekilmesinden endişe ediyoruz. Bu sadece bir belgeseldir ve objektif olma çabası içerisindedir.
Bu endişemizin sebebi ise oy toplayabilmek adına her çeşit kirli propaganda yapma hakkını kendinde görebilen politikacılardır. Biz "politika" diye tabir edilen olguya inanmıyoruz ve bu belgesel sizin oy toplayabilmeniz için bir oyuncak değildir, olmayacaktır. Yukarıda da belirttiğim gibi.
Biz kimsenin tarafında değiliz.
Belgeseli izleyecek olan izleyicilerimizin bu hassasiyetimizi dikkate alacaklarını umuyoruz.
Desteğiniz için teşekkür ederiz.

Ali Cem Doğan

20 Nisan 2011 Çarşamba

Sırrı Süreyya Önder: Hatamla Sev Beni

Tek dil, tek... tek.. diye teklerseniz elinizde 'Biz sizi yaradandan ötürü seviyoruz ya, nankörlük etmeyin' kibrinden başka bir şey kalmaz..
“Yaratılmışı severiz yaradandan ötürü..”
Büyük Alevi-Bektaşi ozanı Yunus Emre’nin bu dizesi çok yanlış anlaşılmıştır.
Sadece yanlış anlaşılsa iyi, olur olmaz yerde de yanlış kullanılmaktadır.
Bu nefesin orijinali Kültür Bakanlığı tarafından 5 cilt olarak yayımlanan “Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi” 1. Cildinde şöyledir:
Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılanı hoş gör
Yaradandan ötürü
Bu nefes zalimlere söylenmiştir. “Biz severiz” gibi bir içeriğe sahip değildir. “Siz hor görmeyin!” manasına gelir.
Sufilik, ipek ve onun temsil ettiği zenginlik ve saltanat simgelerine bir itiraz olarak doğmuştur. Sembolik olarak ipeğin yerine yünü benimsemiştir. Etimolojik olarak kökeni, Arapça ‘yün’ kelimesinden gelir. Daha sonra Sufiliğin de bozulmaya başlaması üzerine Melamilik ortaya çıkmış her türden gösterişi ve simgeyi reddetmiştir.
Yunus Emre’de her arayanın kendinden bir şey bulması, Yunus’un yukarıda andığımız tüm kırılmalarda tercihini egemenlerden ve saltanattan yana değil yoksullardan ve ezilenlerden yana kullanmasından dolayıdır.
Yunus’un şiirlerinde yaradana da serzeniş vardır. Ne zamanki Allah gönüllerdeki dostluk makamından kamunun tanrısına dönüştürülür, işte o zaman Yunus’un sözü vardır söylenecek:
Ya düşer ya dayanır ya uçar..
Kıl gibi köprüden adem mi geçer?
Kulların köprü yaparlar hayr için
Hayr budur kim geçerler seyr için
..
Geçmedi mi intikamın öldürüp
Çürütüp gözüme toprak doldurup
Hiç Yunus’tan değdi mi sana ziyan
Sen bilirsin aşikare ve nihan
Bir avuç toprağa bunca kıyl-ü kal
Nene gerek ey Kerim-i zül celâl
Kürtleri ya da ‘başka’ insanları sevmek için Allah’ın aracılığına gerek yoktur.
“Sizin lisanlarınız Allahın ayetleridir” referansını unutup tek dil tek... tek... tek.. diye teklemeye başlarsanız elinizde “biz sizi yaradandan ötürü seviyoruz ya işte, nankörlük etmeyin!” kibrinden başka bir şey kalmaz.
İnsanlar artık ‘tek’leyen bir sevgi istemiyorlar.
Bu kibirle de hiçbir kalbe dokunamazsınız. Bu topraklarda hiçbir yüce ‘kurul’un bildirisi, kadim bilgiler karşısında
tutunamamıştır. Yayımladığınızla kalırsınız. Olan, yitip giden ve gidecek olan yoksul canlarına olur.
12 Eylül’ün faşist yöneticileri meydanlarda ayetler okuyarak fetva verirken halk Diyarbekir zindanında yazan “Burada Allah yoktur, peygamber de izine çıktı” bilgisiyle dinledi onları. Eline silah aldıysa, bu riyakârlığın hadsiz, hudutsuz olduğunu canıyla ödeyerek öğrendiği içindir biraz da...
Kulaklara fısıldanan “Yav, MHP’yi güçlendirmemek gerekiyor ya hani, işte o yüzden...” mazeretini söylemeye yine devam edebilirsiniz. Mala davara bir zararı yok nasılsa. MHP’nin ‘açık’lığı böylesi bir riyakârlıktan iyidir.
Adına ‘ihlas’ denilen bir samimiyet olgusu vardır. Bir kez gittimiydi bir daha kırk Yunus dizesi okusanız da gelmez.
Gelecekteki bir iktidarı, insanı yok saymaya mazeret kılmak ‘nefs’ uğruna helak olmanın başlangıcıdır.
Hiç olmazsa Yunus’u rahat bırakabilirsiniz diyeceğim ama “Buğday mı istersin nefes mi?” sorusuna ‘buğday’ dediği için yani dünyevi olana talip olduğu için, pişmanlıkla kırk yıl dergâha odun taşıyan bir insanın resmini, tuttunuz para denen o çirkin şeyin üzerine bastırdınız.
Alın size bir Yunus dizesi, ister okuyun ister düşünün:
Beyler azdılar malından
Bilmezler yoksul halinden
Çıkmışlar rahmet gölünden

Nefis derdine dalmışlar

Yazı için Kaynak:NAR-I AŞK


Aşağıda Sırrı Süreyya'nın YSK kararına ilişkin açıklaması da bulunmaktadır.


16 Kasım 2010 Salı

YILDIRIM TÜRKER-Cumhuriyet'in riya albümünden



Çocukları ancak hazırolda gördüğü zaman sevebilen bir cumhuriyetin yeni kahramanı Aykut.

Bu fotoğraftaki, boya sandığının önünde saygıya durmuş kara böcük delikanlıcık bu yılın 10 Kasımı’na lejand oldu.
Kemalistlerin en militarist kanadı, kendi gözlerini yaşartan bu görüntüyü coşkuyla dolaşıma soktu.
Fotografın sunuluşunda Orhan Kemal’in sokak çocuklarından kimi banka reklamlarının kahramanı olan Cumhuriyet’in fedakâr, aç biilaç köylüsüne kadar geniş bir göndermeler demeti var.
‘Gözütok’ Cumhuriyet kahramanı. Atasının izinde, gıkını çıkarmadan bütün zorluklara katlanan ‘gönlübol’ Anadolu delikanlısı.
Cumhuriyetin saf ülküsü. Yoksul ama gururlu; kaderin sillesine rağmen imanını köreltmemiş Cumhuriyet bendesi.
Üstelik bu toplumun hırpalamaya doyamadığı bir azınlık mensubu.
“Bak, şunca yoksul. Ana babası bile yok. Üstelik senin gibi terbiye de görmemiş. Çingen’in teki. Ama o bile atasına şükran duyuyor. Nankörlük etmiyor” diyor, resmi bu drama çerçevesiyle sunanlar. Biz, gazete okuru orta sınıfa.
Roman kardeşleri yerlerinden yurtlarından ediliyor; ayrımcılığın en dikenli teliyle hayatımızdan uzak tutuluyor.
Ama Zonguldaklı boyacı şopar, Atatürk’e saygı duruşunda bulundu diye bu yılın en vurucu müsameresi ilan ediliyor. Adeta pullara basılacak ikonografik bir değer kazanıyor. Adını kocaman harflerle ekmek teknesinin üstüne karalamış: AYKUT.
Hemen ertesi gün, “O gence valilik sahip çıktı” başlığı altında, hayatının müthiş reyting getirecek bir dizi konusu olduğunu öğreneceğiz. O saygı duruşuyla ilgiyi çekince 16 yaşında olduğu; anası ve babası tarafından terk edilip okulunu bırakmak zorunda kaldığı ‘ortaya çıkmış’. Onun haberini yazanlar, Aykut’un hayatı için ‘ortaya çıktı’ kalıbını kullanıyor. Meğer anası Bahriye, 1 yıl önce bir başkasına kaçmış. Fiziksel engelli babası Satılmış da İstanbul’a göçmüş.
Vali, makamına çağırıp delikanlıyı kutlamış. Tüm okul masraflarını üstleneceği müjdesini haykırmış yüzüne.
Aykut Keskin, “Atatürk bizim için onca savaşlara gitmiş. Onun için ayağa kalktım, saygı duruşunda bulundum. O anda iyi duygular yaşadım. Keşke herkes aynısını yapsa. Ayakkabısını boyadığım müşterimle 1.5 liraya anlaşmıştım. Boyadıktan sonra o 2 lira verdi. Bugün gazetelerde fotoğrafımı görünce çok mutlu oldum. Mahallede herkes beni konuşuyor. Çok duygulandım” diyesiymiş.
Çocukları ancak hazırolda gördüğü zaman sevebilen bir zalim cumhuriyetin yeni kahramanı Aykut. Miladı olan fotoğraf, cumhuriyetimizin riya albümlerinde saklanacak.
Aykut, bütün sokak çocuklarına çıkış yolunu gösterdi. Tabii tesadüfler tanrısının yardımıyla.
Yoksa nereden bilecekti, itilip kakılan, her halükârda hırsız-uğursuz muamelesi gören bir garip şopar olarak günün birinde şanlı Türk ulusu albümünde Türk gençliğine örnek gösterileceğini?

Kaynak:RADİKAL

8 Kasım 2010 Pazartesi

İnan Süver, "Vicdanının Sesini Dinliyor"



İnan Süver'in Mektubu:

“babam kaçakcılıkdan, vede parasızlıkdan dolayı nüfus cüzdanımı ancak 4 yıl sonra cıkartabilmiştir. araştırmalarım hep neticesiz kaldı. kimine göre muradiye depreminde vardım kimide yokmuşumm. yani deprem olduğu yılda olmuşum. 365 günün bir gününü doğum günüm olarak bilemedim, kutlayamadım. vel hasılı kelam gelelim mevzuya.
mevzu sudur sayın değerli bol maaşlı insan katledicileri. ısınamıyordum size düşman dım ben size.
cünkü..ben biliyordum 12 eylülde işgencelerde öldürülen insanları, ben biliyordum insanlık için mücadele eden devrimcileri idam sehpalarında sallandırdığınızı, ben biliyordum işsizlikten dolayı, kaçakcılık tan başka mesleği olmayan amcamı sizin öldürdüğünüzü, ben biliyordum köylerini yakıp evsiz yurt suz bıraktığınız insanları, ben biliyordum ana dillerini yasakladığın eğitimini yabancı dilde verdiğinden vede parasızlık dan dolayı eğitimsiz mesleksiz bir halkı, ben biliyordum öldürülen gazetecileri, ben biliyordum secimlerdeki barajları, ben biliyordum gelir dağılımda ki eşitsizliğinde bu ülkenin dünyanın en üst sıralarında bulunduğunu, ben biliyordum bu ülkede hiç bir başbakanın, bakanın, pasanın cocuğunun doğru düzgün askerlik yapmadığını, ben biliyordumki bu ülkede hiç bir halkın diğer bir halkla bir sorununun olmamasına rağmen, iki kardeşi bir birine öldürttüğünü. ben biliyordum parası olanın rüşvet ile bir şekilde kacak dolaştığını, ben biliyordum bedelli askerlik altında zenginlerin cocuklarının ayırt edildiğini ona rağmen, nasıl olurda sizin askeriniz olurdum zalimin yanında nasıl olurda olurdum . açlık sınırında yasayan insanlardan biride olan benim 1,5 yılımı istiyordunuz yıl 2001 olduğunda. bu ülkede yaşayan her bahtsız gibi beni de askere cağırdınız gelmedim mecbur ettiniz sonunda 2001 yılının 23 temmuzunda geldim. silah vermediniz, nöbette tuturmadınız, bir kac kere iştimaya girdim isede sonradan sıkıcı buldum girmedim ona da ses cıkarmadınız. fakat ben yinede kaşınıyordum sizce. firar ettim. yakalandım kaşıdınız. askeri ceza evi adı altında işgencehanelerinizde 7 ay kaldım. terbiye eddecektiniz güya. dozunu kacırdığıızdanmı dır bilmem ama tutturamadınız. ayarım bozuldu. akıl hastası oldum, bakır köy akıl hastahanesinde yattım. insanı şekillendiren yaşamıdır demiştim. bunları bana yasatmasaydınız sizden ve pisliklerinizin farkına varamayıp daha da nefret etmeye bilirdim. bunun için size teşekkür ederim. tam 8 yıl 2 ay 13 gündür kacağım bu süre içirsinde hiç bir gün sigortalı bir işte calışamadım ehliyette alamadım. arac ta kullanamadım. hic bir an bir polis memurunun yüzüne bakamadım her gördüğümde korktum. her asker gördüğümde üzüldüm hüzünlendim.hiç bir günün gecesinde sokakda turlayamadım, hiç bir gün meyhaneye kahve haneye giremedim. her sabah dönmeyecek cesine ayrıldım eşimden, evimden, cocuklarımdan. dostum düşmanım benim bu acığımı bana karsı koz olarak kullandı. gün geldi haksızlıklar karsısında sustum. sonunda hakiminde hesaplayamadığı ki bence galiba 7 firarımdan toplam 4 yıl ceza elime ulaştı. tahminimin dışında değildi beklediğim cezaydı. çünkü biz biliyoruz ki bu ülkede baklava calan cocukların, biz biliyoruzki bu ülkede düşüncesinden ötürü yıllarca ceza alan insanları.
2003 yılında izmir şirinyer askeri ceza evinde 120 gün aralıksız coplandığımda o bölgenin komutanı bu gün içerdedir. kısacası sözümün özü sudur komutanlar. ben vicdani red hakkı diye bir bilgiye sahip oldum. onu kullanıyorum. bilinki ben bu devletin düşmanıyım. ve sunuda bilin size karsı da olsa, silah almayacağım. bu yazdıklarım size birer mermi gibi işleyeceğini biliyorum cünkü. öldürmektense ölmeyi tercih ediyorum. ben burdayım, buyrun..“ (EBY)

Kaynak: http://www.haberfabrikasi.org/s/?p=5602

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Diyarbakır Cezaevi-Nurettin Yılmaz("Oradaydım" Belgeselinden)


 

Kaynak:YAHOO VİDEO
İnsanın tarif ederken çaresiz kalmaya mecbur/mahkum olduğu durumlardan biri, neresinden başlayacağınızdan tutun da soluklanmak için hangi durağı seçeceğinize varana kadar...

Diyarbakır Zindanı

25 Ocak 2010 Pazartesi

VE HİÇ BİTMEYECEK REDDEDENLER-YILDIRIM TÜRKER

Anayasa Mahkemesi imdada yetişti. Askerlerin örgütlü suçlarda sivil mahkemelerde yargılanmasını iptal etti. Som hukuki bir karar. Bir kez daha ‘asker efendimizdir’ makamından sapmamamız gerektiğini anlamış olduk.


Albay Dursun Çiçek’in mahkeme çıkışı afra tafrasını şimdi daha iyi anlıyoruz, değil mi?

Ama ne yapalım, ‘ordu üstüme kalksa’ yazacağım. EMASYA’yı sabitleyen, askerin vatandaşa istediği koşullarda, istediği şekillerde dokunabilmesinin garantisi olan bu karara varan Mahkeme, darbe Anayasası’nın bekçiliğini yapıyor elbet. Yapacak da.

Çünkü hukukun üstünlüğünden dem vuran, hukuk devletini savunan kimi demokrat kalemler varolan hukukun darbeci askerler tarafından inşa edilmişliğini unutuyor. Unutmayı tercih ediyor.

Militarizmin bugünden yarına, kolaylıkla üstünden atlayabileceğimiz bir mania, hayatımızı boyunduruğundan sıyırabileceğimiz bir bela olmadığını biliyorduk zaten.

Sonuna dek inkârcı askeri yargı, hiçbir demokraside hükmedemediği güçte hükmedecek hayatımıza. Amaç budur.

Genelkurmay’ın Taraf gazetesinin ‘Balyoz’ bombasından sonra yapmış olduğu açıklama, müdanasız bir gücün, karşısındakileri toptan küçümseyen rahatlığını yansıtıyordu. O açıklamanın bir kripto olarak yorumlara açılmasından da anlaşılmıyor mu? Malumat vermeye kapalı asker yine talimat dilinden sesleniyor kamuoyuna. Ama bir farkla.

Ordu, yekpare bir güç olarak, fişçi-darbeci-suikastçı-sabotajcı-katliamcı-kendi halkına düşman bir kurum tasvirini umursamadan karşımıza dikilmekte bir sakınca görmüyor besbelli. Artık açıkça inkâr da etmiyor. İç meselemiz diye kapatmaya çalışıyor. Yine zamanlamaya sitemler, iç düşmanlara gözdağı; velhasıl bildiğimiz genelkurmay açıklaması. Ama bir farkı var elbet.

Fark şu ki, asıp kesmeye pek yanaşmıyorlar artık. Tehditlerinde bir gevşeme okunuyor.

Bir gün sır kasalarının patlayıvereceği, kimi canına susamış münasebetsizlerin bunları cümle aleme ilan edebileceği günleri hiç öngörmemiş oldukları anlaşılıyor. Bildirileri artık iyice özensiz; hazırlıksız yakalanmışın pişkin telaşını yansıtıyor.

Genelkurmay, bağrından durmadan sızan darbe planları karşısında aldığı tavırla asıl halkı askerden soğutan güç. Ama öte yandan cezasını görmeyeceğinden emin.

Bu arada vicdani reddin yolları hâlâ sıkı sıkı kapalı tutuluyor. Halkı askerden soğutma cürmü konusunda bütün üniformalıların burunları ve kulakları teyakkuzda.

Bugün altında imzasıyla bambaşka bir bildiriyi okumanızı istiyorum. Bu çok güzel yazılmış bildiri, Ankara’da gözaltına alınan vicdani ret destekçileri üstüne. Ama aslolanı, sarih bir dille yansıtıyor.

En önemlisi, postalların gürültüsü arasında bize gücümüzü hatırlatıyor. Militarizme karşı çıkanların gücünü.



‘19 anti-militariste halkı askerlikten soğutma davası

6 Ocak günü Ankara’da Yüksel Caddesinde çoğunu anarşistlerin oluşturduğu anti-militarist bir grup, basın açıklaması yaptı. Yapılan basın açıklaması, tutuklu bulunan “Vicdani retçi” Enver Aydemirle dayanışmak amacına yönelikti. Zaten Basın açıklaması sırasında grubun taşıdığı pankartta “Vicdani Retçi Enver Aydemirle Dayanışma İnisiyatifi” yazıyordu. Grup Yüksel Caddesinde açıklamasını okumaya başladığı an, polis’in gözünün döndüğü andı. Çevik Kuvvet Polisi grubu görür görmez hızla gruba doğru yöneldi ve çembere aldı. Polis’in sayısı 100 kadar iken anti-militaristler 30 kişi ya var ya yoktu. Böyle meselelerde, varla yok arası nitelenen “özgürlüğü”, öldürmeyi reddederek temsil edenlere karşı, neyi temsil ettiği kendinden menkul olanlar, her zaman orantısız bir denklemle ifade edilir. Orada da böyle olmuştur. Bu durum orantısızdır çünkü boyun bükmek kafayı havada tutmaktan daha kolaydır. Anti-militaristler azdır çünkü itaat etmek reddetmekten daha kolaydır.

Ama tarih daha reddedenlerin bittiğini tükendiğini yazmamıştır. Az da olsa reddedenler oradadır. İtaat edenlerde. Efendiler tut derse tutacak birisi mutlaka bulunur. Dakikasında rütbeli polis tut demiş, rütbesiz polisler de tutmuştur. Ne kadar basit bir ilişki... Daha basın açıklaması bitmeden, “bir vatandaşlık hakkı “olan basın açıklamasını bitirmeden taciz edilenler Anti-militaristler olur.” Vatandaş”ın bittiği, hikâye olduğu yer işte tamda burasıdır. Vatandaş dediğin emre itaat edendir. Reddeden değil. Tut emrini, Anti-militaristlerin üzerine kâbus gibi çöken lacivert üniformalı vatandaşlar alır, her bir anti-militaristin üzerinde en az üç çevik tepinmeye başlar. Polis, kolları büker, boyunları tutar, enseleri çökertir, postalla bastırır. Toza dumana kesen ortalıkta, kesin olan tek rakam gözaltına alınanların sayısı olarak kalır: 23

Sonra, Gözaltı aracından başlayarak 24 saat sonraki adliyeye kadar sürekli taciz tehdit ve baskıya maruz bırakılırlar. Saçı kısa kadınlar, Polislere göre “at gibi”, saçı uzun erkekler “karı gibi”dir. Atların ve karıların ve erkeklerin nefes alıp verdiğini bilip yaşamı sevenleri ve öldürmeyi reddedenleri böyle ezmeye çalışırlar. Nezarethanede gece boyu kapıları çarparak anti-militaristlere uyku uyutmazlar. Sonra onlara ifade imzalatmaya çalışırlar. Anti-militaristler, Susma haklarını kullanırlar. Sabah adliyeye götürülürler. Savcı 22’sini serbest bırakır. Volkan sevinç tutuklanır. Gerekçe, Savaş karşıtı Volkan Sevinç’in “kanunsuz” toplantıya, hiçbir zaman sahip olmadığı ve polis’in “silah” diye nitelediği bir çakıyla katılmasıdır. Mehmet Ali Ağca’yı aramıza karıştıran, Ogün Samast’la yan yana fotoğraf çektiren, Engin Ceber’i yok eden, Alexsis’i ve Carlo’yu öldüren, Uğur Kaymazın ve Ceylan’ın küçük bedenlerini kurşunlarla delik deşik edenler, bir şeyi silah olarak niteleyebilir mi? Bunların yaşa dedikleri hayat yaşanır mı? Bunların elinden su içilir mi? Sofralarından ekmek yenir mi?


Volkan Sevinç şu anda, Sincan’da tutuklu. Volkan dâhil o gün salıverilenlerden 19 Anti-militarist, “halkı askerlikten soğutmak” ve “suç ve suçluyu övmek” suçuyla yargılanacaklar. 19 Anti-militarist. Dava tarihi henüz belli değil, ama yaşamın korkunç bir cendereye dönüştüğü, yüzlerin silikleştiği, gündelik hayatın sabahtan akşama ölümcül bir hakiyle militarize edildiği bugünlerde belirsiz kalarak canımızı sıkan tek şey bu dava değil. Kimseye güvenmiyoruz, adını bildiğimiz, omzuna ve vicdanına dokunabildiklerimiz dışında. Bu topraklarda, yeryüzünde binlerce yıldır, çelikle, yasalarla ve postalla ezilenler, Kürtler, Ermeniler, Çingeneler, zenciler, eşcinseller, yani başka türlü doğanlar ve başka türlü dünyalar düşleyenler, Anarşistler, komünistler... Başını bilmediğimiz, ama sonuna da gelmediğimiz tarihin her zaman bir parçasıydılar ve bitmediler, bitmeyecekler.

Bugün, medya ve iktidarlar kendi yarattığı ucubelerle hesaplaşıyor. Mehmet Ali Ağca, medyanın yarattığı dünyada katil oldu. Şimdi ona “katil” diyorlarsa, o adam gibilerini sokakta görmekten utanıyorlarsa, kendilerine pay biçmeliler. İkiyüzlülüğün daha basit bir ifadesi az bulunur. Diz çöküp, emir bekleyen kalem ehli gazetecilerin sayfa sayfa kana boyadıkları bir dünyada öldürdü Hrant Dink. O artık yok. Ama onun bir oğlu var. Hrant’ın oğlunu dinlesinler. O adam vicdan taşıyor, ölümü ve büstleri değil, insanları sevdiğini söylüyor. Öldürmeyi reddedenleri dinlesinler. Vicdanı susturulamayanları, Volkan Sevinç’i dinlesinler. Yastığa koydukları başı değil yastıktan kaldırdıkları başı gözetsinler. Uyumanın ve unutmanın dünyasında uyanışın ve hatırlamanın hikâyelerine kulak versinler. Bu ateş, iktidarların yaktığı yaşamı kül etmeye niyetli bu büyük yangın, bir gün kendilerini de yakar. Bir gün reddedeceksiniz çünkü içinizden kopan ses, vicdanınızdan başlayarak ürpertecek tüylerinizi. Kayıtsız kalabilirseniz o sese, vicdanınızın sesine, Eyvallah. Orada, Sağır olduğunuz odada kalın. Uyanmayın, kapınızı pencerenizi açmayın, bir tanenize daha tahammülü yok yeryüzünün...

Vaktiyle, rivayet edilir ki, bu dünyada var olmak bir hafiflikti. Öldürmeyi redderek var olanların, var olmakta inat edenlerin azametine dayanarak, el ve omuz alarak sürüyor bu hayat. Faşizme ve iktidarlara inat devam ediyor. Ve hiç bitmeyecek reddedenler.”

Anti-Militarist Tutsaklara Özgürlük İnisiyatifi’
 
 
kaynak:Radikal

12 Aralık 2009 Cumartesi

Dağ Dağa, Taş Taşa Karşı-OYA BAYDAR

Başka bir yazı yazacaktım; günün en karanlık anı şafaktan hemen önceki andır, diyecektim bir umut ışığı yakarak. Ama ne mümkün! O en karanlık saniyelerin yıllarca, on yıllarca sürdüğü, neredeyse sonsuza kadar uzadığı ülkemizde, umudu yazmak güç zenaat.

Bugün bir rica... -hayır, “rica” sözcüğü çok zayıf kalıyor- bir yakarış, bir yalvarış yazısı yazacağım. Dağlara, taşlara; dağları işaret edenlere, taşları kardeşlerine savuranlara ve asıl, o taşları umutsuz gençlerin, masum ve mağdur ellerine verenlere, doğanın dağları gibi iktidar dağlarının tepelerini bekleyenlere yalvaracağım. Yalvardığım için kendimi küçülmüş hisetmeyeceğim, utanmayacağım. İçinde debelendiğimiz, cinnete varan bu şiddet, nefret ve düşmanlık ortamında; yüreklerin ve vicdanların rehin alındığı şu günlerde akılla değil yürekle söylenecek sözlere sığınmak istiyorum.

Otuz yıldır, bu ülkenin doğusunda silahlı bir savaş sürüyor. İnsanlar, askerler Türk-Kürt çocuklarımız, gençlerimiz ölüyor, öldürüyor. Dağlar, köyler yanıyor, korku, zulüm kol geziyor. Bir toplum, bir halk, bir ülke kanıyor, dağılıyor. Öte yandan, bu savaştan da beslenen kıran kırana bir iktidar savaşı derinleşiyor. Bu siyasal-ideolojik savaşın tarafları, halkı karşıt cephelere bölerek ateş hattına sürüyorlar. Ellerimize birbirimize atacağımız taşlar, birbirimize çekeceğimiz silahlar ve birer sopa gibi, balyoz gibi birbirimizin kafasına indireceğimiz bayraklar tutuşturuluyor. İzmir’de, fidan gibi bir genç kızın elinde Kürtlere yönelen taş, Diyarbakır’da, Van’da, Hakkâri’de mağdur ve mazlum çocukların ellerinde umutsuz bir öfkenin ve isyanın taşlarına dönüşüyor.

Meclis’te, savaşın bitmesinden, barıştan, insandan, anaların gözyaşlarından söz edildiğinde, seçim meydanlarında yağlı urgan sallayarak oy toplamaya çalışan MHP Genel Başkanı, yasaları da, barış umudunu da, insanı da de hiçe sayarak, vatanın bölünmezliği uğruna dağa çıkma nutukları atıyor. Ölü insanların ve ölü ruhların yaşadığı, kardeş kanının bulaştığı toprakların adının vatan değil mezbaha ve mezarlık olacağını bile düşünemiyor. Bir başkası, Meclis’te Dersim katliamını yöntem olarak önerirken, grubu bu sözleri heyecanla alkışlıyor. Siyasal iktidarın başı, balona üflediği duygusal sözleri, şiirleri pek içten söylüyor da, balon elinde patlayıverince anında mağdurları suçlayıp gözdağı vermekten çekinmiyor. Havada desteksiz duran umutlar yere düşüp un ufak oluyor.

Yaşamakta olduğumuz şu bıçak sırtı günlerde, gözümüz gibi korumaya, kollamaya çalıştığımız DTP’nin bir yöneticisi “Tabanımız dağa çıkmamızı istiyor” diyor. Nereye varacağı belli olmayan provokasyon ortamına, o provokasyonların kendi halkına, kendi davasına nelere mal olacağını bile umursadığı yok sanki, ya da artık acıdan, umutsuzluktan şaşkın. Bir delikanlı vuruluyor Diyarbakır’ın ortasında ve İstanbul’da ateşe verilen bir otobüsün içinde yanan liseli genç kız sessizce ölüyor. Yedi şehit haberi geliyor bu satırlar yazılırken, çatışmalarda ölen Kürt gençlerinin haberi bile gelmiyor. Ve memnun, el ovuşturuyor siyaset ağaları, “Biz demiştik, haklı çıktık işte” böbürlenmeleriyle. Ölülerin, acının, kanın lanetli sözde haklılığından hiç utanmadan.

Bunca yıldır ellerinden geldiğince, güçleri yettiğince bu savaş bitsin, bu cepheleşme sona ersin diye çabalayanlar; atılan taşların, lafların, düşmanlıkların ortasında kalıp bunca yara alanlar; ama’sız barıştan, fakat’sız adaletten, herkes için hak ve özgürlükten yana taraf olanlar; bir cephenin, bir komutanın kafası nefretle, düşmanlıkla yıkanmış askeri olmayı reddedenler, dağların ve taşların tehditi altında kendimizi yaralı, umut yorgunu, biraz da aldatılmış hissediyoruz. Ben böyle hissediyorum en azından.

Bu iktidar savaşının Türk-Kürt, iktidar-muhalefet, sağ-sol, dağdaki ovadaki, Meclis’teki hücredeki, yargıdaki, ordudaki, gazete köşelerindeki, televizyon ekranlarındaki bütün “baş”larına, bütün komutanlarına, bütün sorumlularına, sesimi duyurmak istiyorum. Ne kadar zor, belki de umutsuz, biliyorum. Yine de bağırıyorum: Dağ dağı, taş taşı, kurşun kurşunu, zulüm zulümü, nefret nefreti kışkırtır. Bir mucize yaratın; askerlerinizin, çocuklarınızın, tabanlarınızın ellerine tutuşturduğunuz taşları, silahları toplayın; yüreklerine döşediğiniz nefreti, düşmanlığı silin. İktidar tapıncının kurbanı, insansız siyaset değirmeninin taşı olmaktan bir an vazgeçin. O taşlar, kurşunlar, kin ve düşmanlık ne taraftan gelire gelsin herkesi, hepimizi; belki farkında değilsiniz ama asıl sizi vuruyor.

Ben hâlâ insana inanmayı sürdürmek istiyorum. Bu yüzden, yalvarıyorum işte hepinize. Hepinizin gözlerinin yaşardığı, ağladığınız bir an olduğunu biliyorum. İnsan olduğunuz, ölümü değil yaşamı, acıyı değil sevinci kutsadığınız o ana dönün. Mümkün değil mi dediniz? Hepiniz çoktan ölüler kervanına mı katıldınız yoksa?

Kaynak:t24