12 Aralık 2009 Cumartesi

Dağ Dağa, Taş Taşa Karşı-OYA BAYDAR

Başka bir yazı yazacaktım; günün en karanlık anı şafaktan hemen önceki andır, diyecektim bir umut ışığı yakarak. Ama ne mümkün! O en karanlık saniyelerin yıllarca, on yıllarca sürdüğü, neredeyse sonsuza kadar uzadığı ülkemizde, umudu yazmak güç zenaat.

Bugün bir rica... -hayır, “rica” sözcüğü çok zayıf kalıyor- bir yakarış, bir yalvarış yazısı yazacağım. Dağlara, taşlara; dağları işaret edenlere, taşları kardeşlerine savuranlara ve asıl, o taşları umutsuz gençlerin, masum ve mağdur ellerine verenlere, doğanın dağları gibi iktidar dağlarının tepelerini bekleyenlere yalvaracağım. Yalvardığım için kendimi küçülmüş hisetmeyeceğim, utanmayacağım. İçinde debelendiğimiz, cinnete varan bu şiddet, nefret ve düşmanlık ortamında; yüreklerin ve vicdanların rehin alındığı şu günlerde akılla değil yürekle söylenecek sözlere sığınmak istiyorum.

Otuz yıldır, bu ülkenin doğusunda silahlı bir savaş sürüyor. İnsanlar, askerler Türk-Kürt çocuklarımız, gençlerimiz ölüyor, öldürüyor. Dağlar, köyler yanıyor, korku, zulüm kol geziyor. Bir toplum, bir halk, bir ülke kanıyor, dağılıyor. Öte yandan, bu savaştan da beslenen kıran kırana bir iktidar savaşı derinleşiyor. Bu siyasal-ideolojik savaşın tarafları, halkı karşıt cephelere bölerek ateş hattına sürüyorlar. Ellerimize birbirimize atacağımız taşlar, birbirimize çekeceğimiz silahlar ve birer sopa gibi, balyoz gibi birbirimizin kafasına indireceğimiz bayraklar tutuşturuluyor. İzmir’de, fidan gibi bir genç kızın elinde Kürtlere yönelen taş, Diyarbakır’da, Van’da, Hakkâri’de mağdur ve mazlum çocukların ellerinde umutsuz bir öfkenin ve isyanın taşlarına dönüşüyor.

Meclis’te, savaşın bitmesinden, barıştan, insandan, anaların gözyaşlarından söz edildiğinde, seçim meydanlarında yağlı urgan sallayarak oy toplamaya çalışan MHP Genel Başkanı, yasaları da, barış umudunu da, insanı da de hiçe sayarak, vatanın bölünmezliği uğruna dağa çıkma nutukları atıyor. Ölü insanların ve ölü ruhların yaşadığı, kardeş kanının bulaştığı toprakların adının vatan değil mezbaha ve mezarlık olacağını bile düşünemiyor. Bir başkası, Meclis’te Dersim katliamını yöntem olarak önerirken, grubu bu sözleri heyecanla alkışlıyor. Siyasal iktidarın başı, balona üflediği duygusal sözleri, şiirleri pek içten söylüyor da, balon elinde patlayıverince anında mağdurları suçlayıp gözdağı vermekten çekinmiyor. Havada desteksiz duran umutlar yere düşüp un ufak oluyor.

Yaşamakta olduğumuz şu bıçak sırtı günlerde, gözümüz gibi korumaya, kollamaya çalıştığımız DTP’nin bir yöneticisi “Tabanımız dağa çıkmamızı istiyor” diyor. Nereye varacağı belli olmayan provokasyon ortamına, o provokasyonların kendi halkına, kendi davasına nelere mal olacağını bile umursadığı yok sanki, ya da artık acıdan, umutsuzluktan şaşkın. Bir delikanlı vuruluyor Diyarbakır’ın ortasında ve İstanbul’da ateşe verilen bir otobüsün içinde yanan liseli genç kız sessizce ölüyor. Yedi şehit haberi geliyor bu satırlar yazılırken, çatışmalarda ölen Kürt gençlerinin haberi bile gelmiyor. Ve memnun, el ovuşturuyor siyaset ağaları, “Biz demiştik, haklı çıktık işte” böbürlenmeleriyle. Ölülerin, acının, kanın lanetli sözde haklılığından hiç utanmadan.

Bunca yıldır ellerinden geldiğince, güçleri yettiğince bu savaş bitsin, bu cepheleşme sona ersin diye çabalayanlar; atılan taşların, lafların, düşmanlıkların ortasında kalıp bunca yara alanlar; ama’sız barıştan, fakat’sız adaletten, herkes için hak ve özgürlükten yana taraf olanlar; bir cephenin, bir komutanın kafası nefretle, düşmanlıkla yıkanmış askeri olmayı reddedenler, dağların ve taşların tehditi altında kendimizi yaralı, umut yorgunu, biraz da aldatılmış hissediyoruz. Ben böyle hissediyorum en azından.

Bu iktidar savaşının Türk-Kürt, iktidar-muhalefet, sağ-sol, dağdaki ovadaki, Meclis’teki hücredeki, yargıdaki, ordudaki, gazete köşelerindeki, televizyon ekranlarındaki bütün “baş”larına, bütün komutanlarına, bütün sorumlularına, sesimi duyurmak istiyorum. Ne kadar zor, belki de umutsuz, biliyorum. Yine de bağırıyorum: Dağ dağı, taş taşı, kurşun kurşunu, zulüm zulümü, nefret nefreti kışkırtır. Bir mucize yaratın; askerlerinizin, çocuklarınızın, tabanlarınızın ellerine tutuşturduğunuz taşları, silahları toplayın; yüreklerine döşediğiniz nefreti, düşmanlığı silin. İktidar tapıncının kurbanı, insansız siyaset değirmeninin taşı olmaktan bir an vazgeçin. O taşlar, kurşunlar, kin ve düşmanlık ne taraftan gelire gelsin herkesi, hepimizi; belki farkında değilsiniz ama asıl sizi vuruyor.

Ben hâlâ insana inanmayı sürdürmek istiyorum. Bu yüzden, yalvarıyorum işte hepinize. Hepinizin gözlerinin yaşardığı, ağladığınız bir an olduğunu biliyorum. İnsan olduğunuz, ölümü değil yaşamı, acıyı değil sevinci kutsadığınız o ana dönün. Mümkün değil mi dediniz? Hepiniz çoktan ölüler kervanına mı katıldınız yoksa?

Kaynak:t24

7 Aralık 2009 Pazartesi

YÜZLEŞME TAPINAĞINDAN BİR ÖYKÜ-Diyarbakır Zindanı

Neşe Düzel'in 23/06/2003 tarihinde Selim Dindar ile yaptığı söyleşi...
Selim Dindar 03/12/2009 tarihinde öldürüldü.

N.D:Diyarbakır AskeriCezaevi'nde kaçyıl yattınız?
S.D:Üç yıl yattım.
N.D:Hangiyıllar arasında?
S.D:1981'de girdim, 1984'te tahliye oldum. Diyarbakır Cezaevi'ne girdiğimde 20 yaşındaydım.
N.D:Hangi suçtan mahkûmdunuz?
S.D:Biz sülale olarak seyitiz ve ben zengin bir ailenin oğluyum. O dönemde eğlence içinde yaşıyordum. Hiçbir siyasi faaliyetim yoktu. Zaten ben yakalanmadan önce de siyasi değildim, yakalandıktan sonra da olmadım. Ama tabii Cizreliyim ve 12 Eylül 1980'i orada yaşadım, nasibimi aldım. Bizim bölge eskiden beri KDP'liydi. Ailem de öyleydi. Haliyle benim de Barzani'nin partisine sempatim vardı ve 'KDP'liyim' diyordum. KDP nedeniyle arandım, sınırda yakalandım ve ceza yedim. Mardin'de 78 gün sorguda tutuldum. Oradan Diyarbakır'a götürüldüm ve mahkemeye çıkarıldım, tutuklandım.
N.D:PKK ile herhangi bir ilişkiniz olmuş muydu?
S.D:Olmadı. Ben hiç PKK'lı olmadım ve PKK'lı da değilim. Üç yıl boyunca hep tek başıma mahkemeye çıkarıldım ben.
N.D:Hasan Cemal'le 'Kürtler' isimli son kitabı üzerine yaptığımız konuşmada, Hasan Cemal bana 'Eğer biz gazeteciler, Diyarbakır Cezaevi'ni, insanlığa karşı işlenen suçların yaşandığı korkunç bir mekân olarak o dönemde tam sergileyebilmiş olsaydık, Türkiye'de belki bazı şeyler değişirdi. Ama biz orada yaşananları kıyısından köşesinden anlattık' dedi.Aslında o dönemde Diyarbakır Askeri Cezaevi'yle ilgili pek çok söylenti vardı. Siz, Diyarbakır Cezaevi'ni tek bir kelimeyle anlatmak isteseydiniz hangi kelimeyi kullanırdınız?
S.D:Cehennem... Biz sorgularda günlerce hiç kıpırdamadan tabutların içinde gözlerimiz bağlı dikine tutulduk. Falaka, elektrik verme, soğuk duş hepsini yaşadık. Sabahtan akşama işkence gördük, geceleri bir battaniye içinde koğuşun önüne bırakıldık. Meğer bunlar ne kadar demodeymiş. Biz esas vahşeti Diyarbakır Cezaevi'nde yaşadık. Halbuki, yakalanmadan önce, işkencenin sorguda yapıldığını, cezaevine konulduktan sonra koğuşların rahat olduğunu sanıyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde ise sorgu işkencehanelerini özledik.
N.D:Günlük hayat nasıldı orada?
S.D:Akşama kadar eğitim vardı. Sabah koğuşun içinde yüz kişi sıraya tutuluyorduk. Esas duruşta askeri marşlar söylüyorduk. 60'tan fazla marş ezberlemiştik. Eksik ya da yanlış söyledin diye, bu marş söylemeler dayaksız geçmiyordu. Her koğuşta mutlaka muhbirler ve gözetleme delikleri vardı. Birbirimizle konuşamıyorduk, oturamıyorduk. Hep ayaktaydık. 24 saat dayak vardı. Her an, gecenin 12'si, sabahın üçü, dördü, koğuşa bir bölük asker baskın yapabiliyordu. Haydar denilen kalaslarla, coplarla, su borularıyla dövülüyorduk. Öğleden sonraları, gardiyan bize 'Eğitime hazırlanın' komutu veriyordu. İşte o zaman herkeste korkudan tuvalete gitme ihtiyacı doğuyordu.
N.D:Niye?
S.D:Dışarıdaki beton avludaki eğitimden canlı dönemeyeceğimizden korkuyorduk. Çünkü bu eğitimler işkenceyle yapılıyordu. Avlunun ortasında bir kapak vardı. Oradan hapishanenin ya da mahallenin lağımı akıyordu.
N.D:Anlamadım...
S.D:Her birimiz tek tek o lağım suyunun içine indiriliyorduk. Lağımın içinde nefesimiz kesilene kadar tutuluyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde yatan herkes yaşadı bunu. O pisliği içmedim, yemedim diyen gururu yüzünden yalan söylüyordur. Bir de avluda sırtüstü yatırılıyorduk. Bacaklarımızı yerden on beş santim yukarıda tutuyorduk. Bacağı düşen dayak yemek için sıraya giriyordu. Kıştı, bir hafta boyunca gece o beton avluda suyun içinde yatırıldık. İhtiyacımızı suyun içinde yapıp, ısınmaya çalışıyorduk. Her koğuşta hoparlör vardı. Her gün cezaevinin amiri olan yüzbaşının konuşmasını esas duruşta bir saat dinliyorduk. Hasta biriydi. Yedinci Kolordu Komutanı'nın adamıydı. Oradan kendisine cezaevi için öldüren türden adamlar seçiyordu. Bunlar, bu vahşeti yaptıktan sonra nasıl yemek yediler, akşamları çocuklarını nasıl okşadılar insan bunu asla anlayamıyor.
N.D:İşkence görmemiş kimse var mıydı hapishanede?
S.D:Yoktu. İtirafçılar dahi işkenceyi gördü. Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. Copu ısırtıp, tekmeyle vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı bir yanından yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini hâlâ kavrayamıyorum. Gözümün önünde öyle çok olay oldu ki. Ölümler, işkenceler... Abbas Çelik diye bir köy sahibi vardı. Oğluyla birlikte içerideydi. Oğluna soktukları copu çıkartıp babanın ağzına veriyorlardı. Sonra babaya soktuklarını oğlunun ağzına veriyorlardı. Batmanlı Veli Gürgen adlı bir genci de babasıyla getirdiler ve babasının gözünün önünde işkenceyle öldürdüler. Tayyip Erdoğan'a, belediye başkanlığı döneminde danışmanlık yapan gazeteci Altan Tan'ın babası Bedii Tan'ı da bir gardiyan işkenceyle öldürdü. Bedii Tan, işadamı Felat Cemiloğlu'nun ortağıydı. İkisi de bizim koğuştaydı.
N.D:Bedii Tan nasıl öldürüldü?
S.D:O, yüzünde devamlı tebessüm olan biriydi. Yaşlı olmasına rağmen, işkence yapıldığında bağırmıyor, yalvarmıyor, işkence yapanların gözlerinin içine bakıp tebessüm ediyordu. Bu tavrı, onları kızdırdı. Çok dayak yedi ve yatağa düştü. Yatağa düşünce gardiyan, 'Onu bana getirin' dedi. Götürdük. Bedii Tan ayakta duramıyordu. Kafasından bir bidon soğuk su boşalttılar. Yere yığıldı. Kalkması emredildi. Duvara tutunarak güçlükle kalktı. Kalkmasıyla beraber, gardiyan bir tekvando hareketiyle dönüş yaptı ve botunun tabanını Bedii Tan'ın göğsüne indirdi. Adamcağız kafa üstü yere düştü. Bedii Tan öldükten sonra koğuşa bir hâkim yüzbaşıyla asteğmen geldi. Bize, 'Bedii Tan koğuşa gelmeden önce ishale yakalanmıştı. Bağırsak enfeksiyonundan öldü' diye bir ifade imzalattılar. Biz ise aramızda anlaştık. Kim mahkemeye ilk çıkarsa bu cinayetle ilgili suç duyurusunda bulunacaktı. Mahkemeye ilk ben çıkarıldım ve 'Bizim koğuşta cinayet işlendi' dedim. Diğer arkadaşlar da suç duyusunda bulundular. Gestapo lakaplı o gardiyan sonra mahkûm oldu. Ben o ifadeden sonra bayılıncaya kadar dövüldüm.
N.D:Sürekli işkence ortamında yaşamanın insan üzerindeki ruhsal etkileri neydi?
S.D:İnsanın cezaevi dışındaki yaşamı hafızasından siliniyor. Eskiden tabaklı ve sürahili bir sofrada oturduğundan bile kuşkuya düşüyorsun. Annenin, babanın, kardeşlerinin yüzünü hatırlayamıyorsun. Tamamen cezaevine ait oluyorsun. Ben bu vahşeti 23 yıl önce yaşadım. Orada insanlar öldü, hayatta kalanların çoğu ise hastalandı. İnsanların duyarsızlığından hâlâ korkuyorum.
N.D:Niye hâlâ korkuyorsunuz?
S.D:Böyle bir vahşet tekrar yaşandığı takdirde gene sessiz kalacaklarından ürküyorum. Bakın, cezaevinde kendisine tekmil verdiğimiz bir 'Komutan Co' vardı. Benim cezaevindeki ilk aylarımdı ve hücrede kalıyordum. Gündüzleri hücrenin içinde esas duruşta marş söylüyorduk. Nefesim o gün pislikten kesilmişti ve çömelmiştim ki, Komutan Co'nun sesi geldi. Komutan Co hücrelerin önünde geziyor, oturanı görünce havlıyordu. O bir kurt köpeğiydi ve biz ona 'komutanım' diye tekmil veriyorduk. Gardiyan bize onu , 'İşte komutanınız' diye tanıtmıştı. Komutan Co'ya tekmil vermemiz emredilmişti.
N.D:Her an işkenceye uğrayabileceğini bilmenin, çevrede sürekli işkence edilenleri görmenin yarattığı dehşet duygusuyla nasıl baş edebiliyordunuz peki?
S.D:Bunu, onurlu kalmanın bir bedeli olarak görüyorduk. Çünkü karşındaki kişi, senin insanlığını elinden almak istiyordu. Sen de insanlık onurunu korumak için direniyordun.
N.D:Orada, normal hayatın dışında bir hayat sürüyordunuz. Bir insanın algılamakta zorluk çekeceği şartlarda yaşıyordunuz. Bu, gerçeklik duygunuzu nasıl etkiliyordu?
S.D:Yaşadıklarımızın gerçekliğinden kuşkuya düşebiliyorduk tabii. Mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik duygumu ben tamamen yitirdim. 50 yaşlarındaydı. TKİ'de memurdu. Kendisini ve bizleri ölü zannediyordu. 'Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz' diyordu. Biz, ' Amca yok öyle bir şey, gerçek hayattayız' desek de, koğuşun aslında bir mezar olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dahil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık. Mesela cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu. 'Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Cizre'de biliyorsunuz kabir ziyareti cumalarıdır' diyordu. Gardiyanların da Zebani olduğunu söylüyordu. Gerçekten de koğuşun camları boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk. Bu durum uzun sürdü ve ona yaşadığımızı bir türlü ispat edemiyorduk. Bir gün mazgal açıldı ve 'Mehmet Salih Besen hazırlansın, tahliye oluyor' dendi. Ben şahadet getirdim. Dedim ki, 'Biz yaşıyoruz...!'
N.D:Peki o yaşadığına inandı mı?
S.D:Hayır. 'Seyidim beni gönderme. Sen bana sahip çıkıyordun. Şimdi tek başıma mahşere hesap vermeye gidiyorum' diye ağladı. Sonradan onunla birlikte tahliye olan gençten öğrendik ki, onları Siirt'teki sivil cezaevine götürmüşler. 'Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım' demiş. Cezaevi müdürü de telefon etmelerine izin vermiş. Genç, Salih Amca'nın evini aramış, karşısına hanımı çıkmış. Telefonu Salih Amca'ya vermiş. Salih Amca, hanımına 'Ben sağ mıyım, ölmedim mi?' diye sormuş. Ve ahize yere düşmüş. Salih Amca, içerideki vahşeti görünce, oradan sağ kurtulacağına inanamadı. Sağ kurtulduğuna inandığında ise buna kalbi dayanmadı.
N.D:Diyarbakır Cezaevi'ndeki mahkûmlardan dördü kendilerini koğuşta yakmıştı. Kimdi o dört kişi?
S.D:Ferhat Kortay, Necmi Önen, Mahmut Zengin, Eşref Anyık. 1981'in sonlarında itirafçılık başladı. İtirafçılar ayrı koğuşa kondu, onlara işkence yapılmadı. Onlar, spor yapıp, televizyon seyrediyorlardı. İtirafçıların sayısı da her gün artıyordu. Bu dört kişi, itirafçılara ve işkenceye karşı eylem yaptılar.
N.D:Onlar kendilerini yaktığında siz orada mıydınız?
S.D:Aynı koğuştaydım. Ferhat Kortay hemşerimdi, elektrik mühendisiydi, samimiyetimiz vardı. Sabaha karşı saat üç sularında koğuşta müthiş bir patlama oldu. Bir arkadaş alevlerin üstüne su döktü. Alevlerin içinden bir ses geldi. 'Bu bir yangın değil, eylem. Kahrolsun işkence, kahrolsun vahşet' dedi. Alevler küçüldüğünde biz o dört insanı kafa kafaya vermiş gördük. Ben Ferhat Hoca'nın başucuna gittim. Eğildim, 'Hocam bir şeyler söyle'dedim. Dişleri kenetlenmişti. Tıslar gibi bir sesle zorlukla, 'Bana türküyü söyle' dedi. 'Sevdalım' adında çok sevdiği Kürtçe bir aşk türküsüydü bu. Ben ağlayarak türküyü söylemeye başladım. Beni teselli etmek ister gibiydi. Ağlamamam için bana tebessüm etti. Tebessüm ederken yanaklarından etler dökülüyordu. N.D:Hapishaneden çıktıktan sonra neler hissettiniz?Hapishanenin sizin üzerinizde bıraktığı etki neydi?
S.D:Tahliyeden bir hafta sonra askere alındım. Askerlik psikolojik tedavi oldu. Çünkü orada da elbiseler cezaevindekiyle aynıydı. Fakat muamele farklıydı. İşkence, ölüm, hakaret yoktu. Askerde bana hiç görev verilmedi, hiç baskı yapılmadı. Ama ben yine de kendimden nefret ediyordum, yaşadıklarımı haykırmak istiyordum, haykıramıyordum.
N.D:Hapishaneden çıktıktan sonra psikolojik tedavi gördünüz mü?
S.D:Maalesef. Neler yaşadığımı bir ben, bir de ailem bilir. Normal insan gibi yürüyebilmek için bir hafta çalıştım. Tuvalete bile nizami adımlarla gidiyordum. Anneme babama emredersiniz diyordum. Sokağa çıktığımda herkesin beni gözlediğini sanıyor, gizlenmeye çalışıyordum. Beni, iki arkadaşım kolumdan girip sokakta yürütüyordu.
N.D:Diyarbakır Hapishanesi'nde yaşananlar Güneydoğu'daki olayları nasıl etkiledi sizce?
S.D:Ben siyasi biri değilim. Bu konularda birikimim yok. Ama 12 Eylül, Kürt sorununa herkesin dikkatini çekti, bu sorunu dünyaya duyurdu. Cezaevindeki vahşet olmasaydı, Kürt meselesi bu ülkede bu kadar erken açığa çıkmazdı. Diyarbakır Cezaevi'ndeki insanları birer militan haline getirdiler. Bunların yüzde 80'den fazlası dağa çıktı. İnsanın oradaki vahşeti gördükten sonra normal yaşama dönmesi çok zordu. 'PKK hareketi 1984'te patladı' derler ya, bu tarih, Diyarbakır Cezaevi'nden ana tahliyelerin olduğu tarihtir.
N.D:Aradan uzun bir zaman geçti. Hapishanenin izlerini hâlâ içinizde taşıyor musunuz?
S.D:Evet. Ama tuhaftır konuşmak, anlatmak da istiyorum. Benim dile getirdiklerimin siyasetle bir ilgisi yok. Ben ülkemizde geçmişte yaşanılan bir vahşeti anlatıyorum. Bugün 43 yaşındayım, Diyarbakır Cezaevi'nden konuşulduğunda hâlâ hayattan kopuyorum. İçimdeki fren boşalıyor, bağırmak, ağlamak, haykırmak istiyorum. Benim hanımım ve çocuğum var. Kalabalık bir ailem ve dost çevrem var. İçimdeki frene basamıyorum ve herkesin önünde hüngür hüngür ağlıyorum, ağlıyorum...

Kaynak:RADİKAL GAZETESİ

27 Kasım 2009 Cuma

A-POLİTİK TAVIR ALMALI İNSAN

Videonun adı aslında

bir şıktır,

bir önermedir ve

videonun içeriğine dair bir de göndermedir...

25 Kasım 2009 Çarşamba

'Size Bir Dersim Hikâyesi Anlatayım' - Yavuz Semerci

CHP’li Onur Öymen’in Dersim gafı, 1936-38’de yaşanan, birçok insanın bugün hiç bilmediği acıların hatırlanmasına ve araştırılmasına yol açtı. En ilginç anılardan biri de Yavuz Semerci’nin önceki gün Gazeteport’ta yazdıklarıyla gün ışığına çıktı. Anlatılan gazeteci Yavuz Semerci ve ‘Nefes’ filminin yönetmeni Levent Semerci’nin babasının hikâyesi. Dersim’de üzerine kurşun yağdırılan bir konakta başlıyor, Afyon’da bir yetimhaneye ve bir Çanakkale gazisinin evine uzanıyor. Aynen yayımlıyoruz.
“Yıl malum yıl.
Herkesin unutmaya çalıştığı yıl.
Ağlayacak anaların da öldürüldüğü yıl. Yani ağlayacak ana kalmadığından ağlama derdinin olmadığı ve kimsenin üzülmediği yıl...
Hikâyemiz, o günlerde Dersim diye bilinen Tunceli’nin Hozat kazasının bir köyünün 1 kilometre ötesinde 1’i ağanın konağı diğeri evi vebir de taş ahırın olduğu mezrada geçer...
Hava kurşun gibi ağırdır... Haberler iyi değildir. Ama bir umut var bu bölgede yaşayanlar için.
Çünkü dağa çıkılmamış, askere karşı silah kuşanılmamış. Yani devlet en fazla buralardan sürer bizi demektedirler.
Allah’ın bir günü. Çamur yoldan sabahın köründe, o lanet ayazında dağ taş asker dolar.
Erkekler ile kadın ve çocuklar ayrılır. Çavuş kadınlara karşı gayet kibardır. Hatta kendilerine çay yapılmasına izin verirler.
Bir süre bu emirden emin misiniz sorusunun yanıtı beklenir. Emir doğrudur ve kesindir ve tekrarlanır ve bir daha tekrarlatılmaması için uyarılır komutan. Askerler çaylarını bırakır, çatılmış tüfekler alınır ve tüm kadın ve çocukların konağa girmesi istenir.
İstenmez, emredilir. Az önce çay veren kadının yediği dipçik yeteri kadar açıktır. Erkekler zaten yoktur. Ve kendilerinden birkaç saattir haber alınmamaktadır. Konağın şömineli odası 30, bilemediniz 40 kişi alır. Çoluk-çocuk 100 ’e yakın insan evi zorla sokulur. Artık çocuklar ağlamaktadır. Odanın içinde herkes bağırmakta, kendilerini içeri iten askere lanetler yağdırmaktadır. Yaşlı ve bilge kadınlar Hak’ka yürüme zamanının geldiğinin farkındadır.
Hikâyemizin kahramanı, ağanın oğlu, o sırada anasının kucağında şöminenin dibinde muhtemelen ağlıyordu. Muhtemelen çünkü hikâyenin bu kısmını sadece rüyalarında o da hep değişik ve anlaşılmaz bir şekilde hatırlamaktadır.
Daha sonra yıllar geçtikten sonra anlar ki o rüyada ağlayan kadın kendi anasıdır ve ondan özür dilemektedir. Niye özür dilediğini önce anlamaz. Sonra ben seni koruyamadım sen çocuklarını koru dediğini anlar bir rüyasında...
O gün, o lanet gün o odadakiler bilmez ki, kasabanın dibine kadar yürütülen erkekler dere kenarında kurşunlanmıştır. Ve elbette bilmezler ki o gün binlerce insan sadece ve sadece Kürt-Alevi olduğu için öldürülecektir. Ve bilmezler ki birkaç dakika içinde onlarında sonu bellidir.
***
Önce, tek odalı konağın hepsi ön yüze bakan 3 penceresi dipçiklerle kırıldı. Ve sustular. Sonra sadece mermi sesi vardı. Ve hemen ardından odaya birer ikişer atılan bombalar patladı. Birkaç dakika sonra içeri giren kimi asker süngüleriyle yaşayan yoklaması yaptı. Muhtemelen emri uygulayan ama tek kurşun bile sıkmamış çavuşun bağıran sesi duyuldu, “Herkes odadan çıksın...” Kahramanımıza anasını delip geçen üç kurşun isabet etti. Ama öldürücü değildi.
***
4-5 saat önce, askerler henüz çay içerken, yaşlı bir kadının uyarmasıyla dağa kaçan 3-5 genç çocuk askerlerin gidişiyle konağa geri gelir. Birisi de hikâyemizin kahramanının kardeşidir. Katliamdan sadece üç kişi kurtulmuştur. Ağır yaralı kadına bir parça ekmek ve biraz da su bırakılır. Ve ardından dağa çıkılır. Katliamdan kurtulmayı başaranlar ile birlikte dağlarda, mağaralarda hayvanlar gibi saklanarak birkaç hafta geçirilir. Kahramanımız yaralı ve çoğunlukla ağlamaktadır. “Dereye atalım ” diyenler çıkar... Çünkü ağlayan çocuk nedeniyle askerler yerlerini tespit edebilir diye korkuyorlardı. Bir keresinde ağabeyi yıllar sonra ona “Mağaranın yakınına askerler geldi. Sesin çıkmasın diye ağzını kapattım ve az daha seni kendi ellerimde boğuyordum” der. Ağa çocuğu olması ve ağabeyinin koruyuculuğu sayesinde öldürülmekten ikinci kez kurtulmuştur. Henüz 6 yaşındadır ve devletin af ilan etmesinin ardından sürgüne gönderildiği yerde hayatı değişecek ve Kürt olduğunu yıllar sonra öğrenecektir. Ama tercihini yapmıştır artık ...
Af ilan edilmiştir. Dağlarda dolaşanlar, artık askere yakalandıkları an kurşuna dizilmeyeceklerini anlamıştır. Ve teslim olurlar. Kan kokan Dersim’den, Anadolu’ya zorunlu göç başlamıştır. Kayıtlar, resmi ve gayri resmi rakamlar ne der önemi de yoktur.
Afyon’a giden kafilenin içinde anaları konakta öldürülmüş, babaları ve dedeleri ise bir dere kenarında (aynı gün) kurşuna dizilmiş ağabey-kardeş de vardır: Koç Mustafa Ağa’nın oğlu Hıdır’dan olma, Geyik’ten doğma Hayri (12) Ahmet (kayıtlarda 6 gerçekte 3 yaşında).
Uzun süre sonra ilk banyo, Afyon Çocuk Esirgeme Kurumu’nda alınır. Sıcak yemek, kıyafetler... Afyon onlara kucak açmıştır. Ve her çocuk gibi onların da bir aile tarafından evlat alınması amaçlanmıştır. Ağabey büyük olduğundan şansı yoktur ama onun vardır. Çünkü çocuksuz aileler geçmişi hatırlamayacak kadar küçük olanları tercih etmektedir.
***
Deli Çavuş’un evi
Deli Çavuş... Adı hep öyle kalmış. Çanakkale Savaşı’nda gösterdiği cesaretten bu lakap verilmiş ve hep böyle anılmış. Karı-koca en büyük dertleri çocuk sahibi olamamak. Ve derler ki sonra, “Seni ilk gördüğümüzde sevdik. Kocaman gözlerin, kıvırcık simsiyah saçlarınla, yaralı yüzünle paçamıza yapıştığında kararımızı vermiştik. Sen bizim oğlumuz olacaktın...”
Fakir bir Anadolu kentinde, sevgi dolu bir ailede geçen 15 yıl. Okutulan, el üstünde tutulan gözbebekleri gibi bakılan bir genç.
Okul çıkışlarında önce babanın semer dükkana gidiyor. Bir yandan baba işi öğreniliyor bir yandan sanat okulunda meslek sahibi oluyor. Babanın askerlik anılarıyla büyüyor. Asker olmak en büyük arzusu. Deli Çavuş’un oğlu olmak en büyük gurur kaynağı...
***
Bir gün okul çıkışında, yolunu, zayıf çelimsiz, Türkçesi bozuk birisi keser.
Hikâyesini anlatır ve onu gerçek evine götürmeye geldiğini söyler. Karşısındaki genç yıllar önce Afyon Çocuk Yurdu’ndan kaçan ve memleketine dönen ağabeyidir. Üç gün inanmaz. Gördüğü kabuslar ile kendisine anlatılanlar arasında paralellik kurar. Hayatta en değer verdiği anne ve babasının üvey olma fikrini üç gün sonra taşıyamaz hale gelir. Ve o okul çıkışı, eve varır ve anasına “Ben üvey miyim” diye sorar...
“Annem ağlamaya başlayınca gerçeği anladım. Tek kelime etmedi ve sadece ağladı. Ve hemen evden kaçtım. Beni bekleyen ağabeyimin yanına gittim ve ilk trenle Elazığ’a geçtik. Oradan da köye...”
***
Ancak Türk örf ve adetlerine göre büyüyen, Sünni olan gencin kafası karışıktır. Her şey kendisine yabancıdır. Alışmaya çalışır. 6 ay sonra haber gelir. Üvey annesi hastaneye kaldırılmıştır. Ve bir gün Deli Çavuş’u karşısında görür. Üvey babasını. “O gün anlamıştım beni sevgiyle büyüten bir anam ve babam var. Ve her ikisi de sağ...”
Ve her şeyi geride bırakır... Ağabeyine tüm mallardaki hakkından vazgeçtiğini söyler. Tüm akrabalarıyla vedalaşır ve Afyon’a bu kez gönüllü döner.
Yıllar sonra o günü oğullarına şöyle anlatır: “Afyon garında üvey annem ve benden çok önce geri dönen babam vardı. Anam tek kelime etmedi. Sarıldı eve gidene kadar bırakmadı. Ağladı. Ne yaptığımı o gece anlattım. Sonra bir daha bu konuyu hiç konuşmadık. Ne o sordu ne de ben anlattım..”
***
Elbette anlamışsınızdır. Tek odaya tıkılan 100 kişinin üstüne kurşun yağdı, oradan sağ kurtulan üç kişiden biri benim babamdı. Yani bu hikâyedeki kişi... Hikâyesini en azından ben gençlik dönemine girdiğimde ve siyasete ilgi gösterdiğimde öğrenmiştim.
Her muhafazakar Türk’te rastlayabileceğiniz Kızılbaş alerjisi annemde de vardı. Ömrünün son zamanlarında takılırdım, “Kızılbaş biriyle neden evlendin” diye...
“Ah be oğlum ne bileyim bunun kökü Kürt. Öğrendiğim gün evi terk ettim. Ama Afyon’dan anası geldi. O benim oğlum. Öz ve öz Türk dedi... Bizi tekrar bir araya getirdi. Baban hep Sünni’ydi. İyi ki ayrılmamışım...”
Aslına bakarsanız, rahmetli annem de Rus baskısından kaçan Çerkez göçmeniydi. Bunu da annem öldükten sonra araştırmıştım. Rusya’dan Lübnan’a Trabzon ve ardından Bayburt ve Erzurum’da kök salan bir aile...
İşte böyle... Biri Türk diğeri Kürt olan iki kardeş ancak bu coğrafyadan çıkar. Biri Sünni diğeri Alevi... Çerkez gelip, Türkleşenler de bu coğrafyada bulunur. Çerkez’in Türkleşeni ile Kürdün Türkleşeninin evlenip bu vatana hizmet eden çocuklar da bu coğrafyadan çıkar. Zorunlu veya gönüllü asimilasyonun ağası da bu topraklarda yaşanır.

Ve kendimi bu ülkeye, bu topraklara ait hissetmekten hiç vazgeçmedim. Tüm acılara, geçmiş hatalara rağmen kendi kimliklerimizi gururla ifade edeceğimiz, etmekten korkmayacağımız tek rejimin demokrasi olduğunu en iyi bilen kuşağız. En azından ben öyleyim...”


Yavuz Semerci

18 Kasım 2009 Çarşamba

KÖPRÜ KURMAK FEDAKARLIK İSTER

türkler ve kürtlere ithaf olunur...