12 Aralık 2009 Cumartesi

Dağ Dağa, Taş Taşa Karşı-OYA BAYDAR

Başka bir yazı yazacaktım; günün en karanlık anı şafaktan hemen önceki andır, diyecektim bir umut ışığı yakarak. Ama ne mümkün! O en karanlık saniyelerin yıllarca, on yıllarca sürdüğü, neredeyse sonsuza kadar uzadığı ülkemizde, umudu yazmak güç zenaat.

Bugün bir rica... -hayır, “rica” sözcüğü çok zayıf kalıyor- bir yakarış, bir yalvarış yazısı yazacağım. Dağlara, taşlara; dağları işaret edenlere, taşları kardeşlerine savuranlara ve asıl, o taşları umutsuz gençlerin, masum ve mağdur ellerine verenlere, doğanın dağları gibi iktidar dağlarının tepelerini bekleyenlere yalvaracağım. Yalvardığım için kendimi küçülmüş hisetmeyeceğim, utanmayacağım. İçinde debelendiğimiz, cinnete varan bu şiddet, nefret ve düşmanlık ortamında; yüreklerin ve vicdanların rehin alındığı şu günlerde akılla değil yürekle söylenecek sözlere sığınmak istiyorum.

Otuz yıldır, bu ülkenin doğusunda silahlı bir savaş sürüyor. İnsanlar, askerler Türk-Kürt çocuklarımız, gençlerimiz ölüyor, öldürüyor. Dağlar, köyler yanıyor, korku, zulüm kol geziyor. Bir toplum, bir halk, bir ülke kanıyor, dağılıyor. Öte yandan, bu savaştan da beslenen kıran kırana bir iktidar savaşı derinleşiyor. Bu siyasal-ideolojik savaşın tarafları, halkı karşıt cephelere bölerek ateş hattına sürüyorlar. Ellerimize birbirimize atacağımız taşlar, birbirimize çekeceğimiz silahlar ve birer sopa gibi, balyoz gibi birbirimizin kafasına indireceğimiz bayraklar tutuşturuluyor. İzmir’de, fidan gibi bir genç kızın elinde Kürtlere yönelen taş, Diyarbakır’da, Van’da, Hakkâri’de mağdur ve mazlum çocukların ellerinde umutsuz bir öfkenin ve isyanın taşlarına dönüşüyor.

Meclis’te, savaşın bitmesinden, barıştan, insandan, anaların gözyaşlarından söz edildiğinde, seçim meydanlarında yağlı urgan sallayarak oy toplamaya çalışan MHP Genel Başkanı, yasaları da, barış umudunu da, insanı da de hiçe sayarak, vatanın bölünmezliği uğruna dağa çıkma nutukları atıyor. Ölü insanların ve ölü ruhların yaşadığı, kardeş kanının bulaştığı toprakların adının vatan değil mezbaha ve mezarlık olacağını bile düşünemiyor. Bir başkası, Meclis’te Dersim katliamını yöntem olarak önerirken, grubu bu sözleri heyecanla alkışlıyor. Siyasal iktidarın başı, balona üflediği duygusal sözleri, şiirleri pek içten söylüyor da, balon elinde patlayıverince anında mağdurları suçlayıp gözdağı vermekten çekinmiyor. Havada desteksiz duran umutlar yere düşüp un ufak oluyor.

Yaşamakta olduğumuz şu bıçak sırtı günlerde, gözümüz gibi korumaya, kollamaya çalıştığımız DTP’nin bir yöneticisi “Tabanımız dağa çıkmamızı istiyor” diyor. Nereye varacağı belli olmayan provokasyon ortamına, o provokasyonların kendi halkına, kendi davasına nelere mal olacağını bile umursadığı yok sanki, ya da artık acıdan, umutsuzluktan şaşkın. Bir delikanlı vuruluyor Diyarbakır’ın ortasında ve İstanbul’da ateşe verilen bir otobüsün içinde yanan liseli genç kız sessizce ölüyor. Yedi şehit haberi geliyor bu satırlar yazılırken, çatışmalarda ölen Kürt gençlerinin haberi bile gelmiyor. Ve memnun, el ovuşturuyor siyaset ağaları, “Biz demiştik, haklı çıktık işte” böbürlenmeleriyle. Ölülerin, acının, kanın lanetli sözde haklılığından hiç utanmadan.

Bunca yıldır ellerinden geldiğince, güçleri yettiğince bu savaş bitsin, bu cepheleşme sona ersin diye çabalayanlar; atılan taşların, lafların, düşmanlıkların ortasında kalıp bunca yara alanlar; ama’sız barıştan, fakat’sız adaletten, herkes için hak ve özgürlükten yana taraf olanlar; bir cephenin, bir komutanın kafası nefretle, düşmanlıkla yıkanmış askeri olmayı reddedenler, dağların ve taşların tehditi altında kendimizi yaralı, umut yorgunu, biraz da aldatılmış hissediyoruz. Ben böyle hissediyorum en azından.

Bu iktidar savaşının Türk-Kürt, iktidar-muhalefet, sağ-sol, dağdaki ovadaki, Meclis’teki hücredeki, yargıdaki, ordudaki, gazete köşelerindeki, televizyon ekranlarındaki bütün “baş”larına, bütün komutanlarına, bütün sorumlularına, sesimi duyurmak istiyorum. Ne kadar zor, belki de umutsuz, biliyorum. Yine de bağırıyorum: Dağ dağı, taş taşı, kurşun kurşunu, zulüm zulümü, nefret nefreti kışkırtır. Bir mucize yaratın; askerlerinizin, çocuklarınızın, tabanlarınızın ellerine tutuşturduğunuz taşları, silahları toplayın; yüreklerine döşediğiniz nefreti, düşmanlığı silin. İktidar tapıncının kurbanı, insansız siyaset değirmeninin taşı olmaktan bir an vazgeçin. O taşlar, kurşunlar, kin ve düşmanlık ne taraftan gelire gelsin herkesi, hepimizi; belki farkında değilsiniz ama asıl sizi vuruyor.

Ben hâlâ insana inanmayı sürdürmek istiyorum. Bu yüzden, yalvarıyorum işte hepinize. Hepinizin gözlerinin yaşardığı, ağladığınız bir an olduğunu biliyorum. İnsan olduğunuz, ölümü değil yaşamı, acıyı değil sevinci kutsadığınız o ana dönün. Mümkün değil mi dediniz? Hepiniz çoktan ölüler kervanına mı katıldınız yoksa?

Kaynak:t24

7 Aralık 2009 Pazartesi

YÜZLEŞME TAPINAĞINDAN BİR ÖYKÜ-Diyarbakır Zindanı

Neşe Düzel'in 23/06/2003 tarihinde Selim Dindar ile yaptığı söyleşi...
Selim Dindar 03/12/2009 tarihinde öldürüldü.

N.D:Diyarbakır AskeriCezaevi'nde kaçyıl yattınız?
S.D:Üç yıl yattım.
N.D:Hangiyıllar arasında?
S.D:1981'de girdim, 1984'te tahliye oldum. Diyarbakır Cezaevi'ne girdiğimde 20 yaşındaydım.
N.D:Hangi suçtan mahkûmdunuz?
S.D:Biz sülale olarak seyitiz ve ben zengin bir ailenin oğluyum. O dönemde eğlence içinde yaşıyordum. Hiçbir siyasi faaliyetim yoktu. Zaten ben yakalanmadan önce de siyasi değildim, yakalandıktan sonra da olmadım. Ama tabii Cizreliyim ve 12 Eylül 1980'i orada yaşadım, nasibimi aldım. Bizim bölge eskiden beri KDP'liydi. Ailem de öyleydi. Haliyle benim de Barzani'nin partisine sempatim vardı ve 'KDP'liyim' diyordum. KDP nedeniyle arandım, sınırda yakalandım ve ceza yedim. Mardin'de 78 gün sorguda tutuldum. Oradan Diyarbakır'a götürüldüm ve mahkemeye çıkarıldım, tutuklandım.
N.D:PKK ile herhangi bir ilişkiniz olmuş muydu?
S.D:Olmadı. Ben hiç PKK'lı olmadım ve PKK'lı da değilim. Üç yıl boyunca hep tek başıma mahkemeye çıkarıldım ben.
N.D:Hasan Cemal'le 'Kürtler' isimli son kitabı üzerine yaptığımız konuşmada, Hasan Cemal bana 'Eğer biz gazeteciler, Diyarbakır Cezaevi'ni, insanlığa karşı işlenen suçların yaşandığı korkunç bir mekân olarak o dönemde tam sergileyebilmiş olsaydık, Türkiye'de belki bazı şeyler değişirdi. Ama biz orada yaşananları kıyısından köşesinden anlattık' dedi.Aslında o dönemde Diyarbakır Askeri Cezaevi'yle ilgili pek çok söylenti vardı. Siz, Diyarbakır Cezaevi'ni tek bir kelimeyle anlatmak isteseydiniz hangi kelimeyi kullanırdınız?
S.D:Cehennem... Biz sorgularda günlerce hiç kıpırdamadan tabutların içinde gözlerimiz bağlı dikine tutulduk. Falaka, elektrik verme, soğuk duş hepsini yaşadık. Sabahtan akşama işkence gördük, geceleri bir battaniye içinde koğuşun önüne bırakıldık. Meğer bunlar ne kadar demodeymiş. Biz esas vahşeti Diyarbakır Cezaevi'nde yaşadık. Halbuki, yakalanmadan önce, işkencenin sorguda yapıldığını, cezaevine konulduktan sonra koğuşların rahat olduğunu sanıyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde ise sorgu işkencehanelerini özledik.
N.D:Günlük hayat nasıldı orada?
S.D:Akşama kadar eğitim vardı. Sabah koğuşun içinde yüz kişi sıraya tutuluyorduk. Esas duruşta askeri marşlar söylüyorduk. 60'tan fazla marş ezberlemiştik. Eksik ya da yanlış söyledin diye, bu marş söylemeler dayaksız geçmiyordu. Her koğuşta mutlaka muhbirler ve gözetleme delikleri vardı. Birbirimizle konuşamıyorduk, oturamıyorduk. Hep ayaktaydık. 24 saat dayak vardı. Her an, gecenin 12'si, sabahın üçü, dördü, koğuşa bir bölük asker baskın yapabiliyordu. Haydar denilen kalaslarla, coplarla, su borularıyla dövülüyorduk. Öğleden sonraları, gardiyan bize 'Eğitime hazırlanın' komutu veriyordu. İşte o zaman herkeste korkudan tuvalete gitme ihtiyacı doğuyordu.
N.D:Niye?
S.D:Dışarıdaki beton avludaki eğitimden canlı dönemeyeceğimizden korkuyorduk. Çünkü bu eğitimler işkenceyle yapılıyordu. Avlunun ortasında bir kapak vardı. Oradan hapishanenin ya da mahallenin lağımı akıyordu.
N.D:Anlamadım...
S.D:Her birimiz tek tek o lağım suyunun içine indiriliyorduk. Lağımın içinde nefesimiz kesilene kadar tutuluyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde yatan herkes yaşadı bunu. O pisliği içmedim, yemedim diyen gururu yüzünden yalan söylüyordur. Bir de avluda sırtüstü yatırılıyorduk. Bacaklarımızı yerden on beş santim yukarıda tutuyorduk. Bacağı düşen dayak yemek için sıraya giriyordu. Kıştı, bir hafta boyunca gece o beton avluda suyun içinde yatırıldık. İhtiyacımızı suyun içinde yapıp, ısınmaya çalışıyorduk. Her koğuşta hoparlör vardı. Her gün cezaevinin amiri olan yüzbaşının konuşmasını esas duruşta bir saat dinliyorduk. Hasta biriydi. Yedinci Kolordu Komutanı'nın adamıydı. Oradan kendisine cezaevi için öldüren türden adamlar seçiyordu. Bunlar, bu vahşeti yaptıktan sonra nasıl yemek yediler, akşamları çocuklarını nasıl okşadılar insan bunu asla anlayamıyor.
N.D:İşkence görmemiş kimse var mıydı hapishanede?
S.D:Yoktu. İtirafçılar dahi işkenceyi gördü. Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. Copu ısırtıp, tekmeyle vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı bir yanından yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini hâlâ kavrayamıyorum. Gözümün önünde öyle çok olay oldu ki. Ölümler, işkenceler... Abbas Çelik diye bir köy sahibi vardı. Oğluyla birlikte içerideydi. Oğluna soktukları copu çıkartıp babanın ağzına veriyorlardı. Sonra babaya soktuklarını oğlunun ağzına veriyorlardı. Batmanlı Veli Gürgen adlı bir genci de babasıyla getirdiler ve babasının gözünün önünde işkenceyle öldürdüler. Tayyip Erdoğan'a, belediye başkanlığı döneminde danışmanlık yapan gazeteci Altan Tan'ın babası Bedii Tan'ı da bir gardiyan işkenceyle öldürdü. Bedii Tan, işadamı Felat Cemiloğlu'nun ortağıydı. İkisi de bizim koğuştaydı.
N.D:Bedii Tan nasıl öldürüldü?
S.D:O, yüzünde devamlı tebessüm olan biriydi. Yaşlı olmasına rağmen, işkence yapıldığında bağırmıyor, yalvarmıyor, işkence yapanların gözlerinin içine bakıp tebessüm ediyordu. Bu tavrı, onları kızdırdı. Çok dayak yedi ve yatağa düştü. Yatağa düşünce gardiyan, 'Onu bana getirin' dedi. Götürdük. Bedii Tan ayakta duramıyordu. Kafasından bir bidon soğuk su boşalttılar. Yere yığıldı. Kalkması emredildi. Duvara tutunarak güçlükle kalktı. Kalkmasıyla beraber, gardiyan bir tekvando hareketiyle dönüş yaptı ve botunun tabanını Bedii Tan'ın göğsüne indirdi. Adamcağız kafa üstü yere düştü. Bedii Tan öldükten sonra koğuşa bir hâkim yüzbaşıyla asteğmen geldi. Bize, 'Bedii Tan koğuşa gelmeden önce ishale yakalanmıştı. Bağırsak enfeksiyonundan öldü' diye bir ifade imzalattılar. Biz ise aramızda anlaştık. Kim mahkemeye ilk çıkarsa bu cinayetle ilgili suç duyurusunda bulunacaktı. Mahkemeye ilk ben çıkarıldım ve 'Bizim koğuşta cinayet işlendi' dedim. Diğer arkadaşlar da suç duyusunda bulundular. Gestapo lakaplı o gardiyan sonra mahkûm oldu. Ben o ifadeden sonra bayılıncaya kadar dövüldüm.
N.D:Sürekli işkence ortamında yaşamanın insan üzerindeki ruhsal etkileri neydi?
S.D:İnsanın cezaevi dışındaki yaşamı hafızasından siliniyor. Eskiden tabaklı ve sürahili bir sofrada oturduğundan bile kuşkuya düşüyorsun. Annenin, babanın, kardeşlerinin yüzünü hatırlayamıyorsun. Tamamen cezaevine ait oluyorsun. Ben bu vahşeti 23 yıl önce yaşadım. Orada insanlar öldü, hayatta kalanların çoğu ise hastalandı. İnsanların duyarsızlığından hâlâ korkuyorum.
N.D:Niye hâlâ korkuyorsunuz?
S.D:Böyle bir vahşet tekrar yaşandığı takdirde gene sessiz kalacaklarından ürküyorum. Bakın, cezaevinde kendisine tekmil verdiğimiz bir 'Komutan Co' vardı. Benim cezaevindeki ilk aylarımdı ve hücrede kalıyordum. Gündüzleri hücrenin içinde esas duruşta marş söylüyorduk. Nefesim o gün pislikten kesilmişti ve çömelmiştim ki, Komutan Co'nun sesi geldi. Komutan Co hücrelerin önünde geziyor, oturanı görünce havlıyordu. O bir kurt köpeğiydi ve biz ona 'komutanım' diye tekmil veriyorduk. Gardiyan bize onu , 'İşte komutanınız' diye tanıtmıştı. Komutan Co'ya tekmil vermemiz emredilmişti.
N.D:Her an işkenceye uğrayabileceğini bilmenin, çevrede sürekli işkence edilenleri görmenin yarattığı dehşet duygusuyla nasıl baş edebiliyordunuz peki?
S.D:Bunu, onurlu kalmanın bir bedeli olarak görüyorduk. Çünkü karşındaki kişi, senin insanlığını elinden almak istiyordu. Sen de insanlık onurunu korumak için direniyordun.
N.D:Orada, normal hayatın dışında bir hayat sürüyordunuz. Bir insanın algılamakta zorluk çekeceği şartlarda yaşıyordunuz. Bu, gerçeklik duygunuzu nasıl etkiliyordu?
S.D:Yaşadıklarımızın gerçekliğinden kuşkuya düşebiliyorduk tabii. Mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik duygumu ben tamamen yitirdim. 50 yaşlarındaydı. TKİ'de memurdu. Kendisini ve bizleri ölü zannediyordu. 'Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz' diyordu. Biz, ' Amca yok öyle bir şey, gerçek hayattayız' desek de, koğuşun aslında bir mezar olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dahil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık. Mesela cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu. 'Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Cizre'de biliyorsunuz kabir ziyareti cumalarıdır' diyordu. Gardiyanların da Zebani olduğunu söylüyordu. Gerçekten de koğuşun camları boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk. Bu durum uzun sürdü ve ona yaşadığımızı bir türlü ispat edemiyorduk. Bir gün mazgal açıldı ve 'Mehmet Salih Besen hazırlansın, tahliye oluyor' dendi. Ben şahadet getirdim. Dedim ki, 'Biz yaşıyoruz...!'
N.D:Peki o yaşadığına inandı mı?
S.D:Hayır. 'Seyidim beni gönderme. Sen bana sahip çıkıyordun. Şimdi tek başıma mahşere hesap vermeye gidiyorum' diye ağladı. Sonradan onunla birlikte tahliye olan gençten öğrendik ki, onları Siirt'teki sivil cezaevine götürmüşler. 'Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım' demiş. Cezaevi müdürü de telefon etmelerine izin vermiş. Genç, Salih Amca'nın evini aramış, karşısına hanımı çıkmış. Telefonu Salih Amca'ya vermiş. Salih Amca, hanımına 'Ben sağ mıyım, ölmedim mi?' diye sormuş. Ve ahize yere düşmüş. Salih Amca, içerideki vahşeti görünce, oradan sağ kurtulacağına inanamadı. Sağ kurtulduğuna inandığında ise buna kalbi dayanmadı.
N.D:Diyarbakır Cezaevi'ndeki mahkûmlardan dördü kendilerini koğuşta yakmıştı. Kimdi o dört kişi?
S.D:Ferhat Kortay, Necmi Önen, Mahmut Zengin, Eşref Anyık. 1981'in sonlarında itirafçılık başladı. İtirafçılar ayrı koğuşa kondu, onlara işkence yapılmadı. Onlar, spor yapıp, televizyon seyrediyorlardı. İtirafçıların sayısı da her gün artıyordu. Bu dört kişi, itirafçılara ve işkenceye karşı eylem yaptılar.
N.D:Onlar kendilerini yaktığında siz orada mıydınız?
S.D:Aynı koğuştaydım. Ferhat Kortay hemşerimdi, elektrik mühendisiydi, samimiyetimiz vardı. Sabaha karşı saat üç sularında koğuşta müthiş bir patlama oldu. Bir arkadaş alevlerin üstüne su döktü. Alevlerin içinden bir ses geldi. 'Bu bir yangın değil, eylem. Kahrolsun işkence, kahrolsun vahşet' dedi. Alevler küçüldüğünde biz o dört insanı kafa kafaya vermiş gördük. Ben Ferhat Hoca'nın başucuna gittim. Eğildim, 'Hocam bir şeyler söyle'dedim. Dişleri kenetlenmişti. Tıslar gibi bir sesle zorlukla, 'Bana türküyü söyle' dedi. 'Sevdalım' adında çok sevdiği Kürtçe bir aşk türküsüydü bu. Ben ağlayarak türküyü söylemeye başladım. Beni teselli etmek ister gibiydi. Ağlamamam için bana tebessüm etti. Tebessüm ederken yanaklarından etler dökülüyordu. N.D:Hapishaneden çıktıktan sonra neler hissettiniz?Hapishanenin sizin üzerinizde bıraktığı etki neydi?
S.D:Tahliyeden bir hafta sonra askere alındım. Askerlik psikolojik tedavi oldu. Çünkü orada da elbiseler cezaevindekiyle aynıydı. Fakat muamele farklıydı. İşkence, ölüm, hakaret yoktu. Askerde bana hiç görev verilmedi, hiç baskı yapılmadı. Ama ben yine de kendimden nefret ediyordum, yaşadıklarımı haykırmak istiyordum, haykıramıyordum.
N.D:Hapishaneden çıktıktan sonra psikolojik tedavi gördünüz mü?
S.D:Maalesef. Neler yaşadığımı bir ben, bir de ailem bilir. Normal insan gibi yürüyebilmek için bir hafta çalıştım. Tuvalete bile nizami adımlarla gidiyordum. Anneme babama emredersiniz diyordum. Sokağa çıktığımda herkesin beni gözlediğini sanıyor, gizlenmeye çalışıyordum. Beni, iki arkadaşım kolumdan girip sokakta yürütüyordu.
N.D:Diyarbakır Hapishanesi'nde yaşananlar Güneydoğu'daki olayları nasıl etkiledi sizce?
S.D:Ben siyasi biri değilim. Bu konularda birikimim yok. Ama 12 Eylül, Kürt sorununa herkesin dikkatini çekti, bu sorunu dünyaya duyurdu. Cezaevindeki vahşet olmasaydı, Kürt meselesi bu ülkede bu kadar erken açığa çıkmazdı. Diyarbakır Cezaevi'ndeki insanları birer militan haline getirdiler. Bunların yüzde 80'den fazlası dağa çıktı. İnsanın oradaki vahşeti gördükten sonra normal yaşama dönmesi çok zordu. 'PKK hareketi 1984'te patladı' derler ya, bu tarih, Diyarbakır Cezaevi'nden ana tahliyelerin olduğu tarihtir.
N.D:Aradan uzun bir zaman geçti. Hapishanenin izlerini hâlâ içinizde taşıyor musunuz?
S.D:Evet. Ama tuhaftır konuşmak, anlatmak da istiyorum. Benim dile getirdiklerimin siyasetle bir ilgisi yok. Ben ülkemizde geçmişte yaşanılan bir vahşeti anlatıyorum. Bugün 43 yaşındayım, Diyarbakır Cezaevi'nden konuşulduğunda hâlâ hayattan kopuyorum. İçimdeki fren boşalıyor, bağırmak, ağlamak, haykırmak istiyorum. Benim hanımım ve çocuğum var. Kalabalık bir ailem ve dost çevrem var. İçimdeki frene basamıyorum ve herkesin önünde hüngür hüngür ağlıyorum, ağlıyorum...

Kaynak:RADİKAL GAZETESİ