tag:blogger.com,1999:blog-23756898194205348182024-03-04T23:58:25.692-08:00QEDEXE/YASAK...YÜZLEŞME TAPINAĞI...JAHRONİhttp://www.blogger.com/profile/04222089432828226366noreply@blogger.comBlogger11125tag:blogger.com,1999:blog-2375689819420534818.post-38829924063863964542011-06-19T04:02:00.000-07:002011-06-19T04:06:10.450-07:00HELAK KOMANDOLARI<iframe src="http://player.vimeo.com/video/24366180?title=0&byline=0&portrait=0" frameborder="0" height="300" width="400"></iframe><p><a href="http://vimeo.com/24366180">Helak Komandoları</a> from <a href="http://vimeo.com/user1681866">Ali Cem Doğan</a> on <a href="http://vimeo.com/">Vimeo</a>.</p><br /><br />Sendikal hak ve iş güvencesi için aylardır Konak Belediyesi önünde eylemlerini sürdüren Taşeron İşçilerinin direniş öyküsü...<br /><br />-----------------------------------------------------<br /><br />Yönetmen/ Kamera / Kurgu<br />Ali Cem Doğan<br /><br />Ses<br />Burcu Aktaş<br />Ilgınsu Koçoğlu<br /><br />----------------------------------------------------<br /><br />Bizim bu belgeseli yapmaktaki temel amacımız gün itibariyle 100. günlerini doldurmuş olan Konak Belediyesi Taşeron İşçilerinin seslerini duyurabilemekti. Bu düşünce ile yola çıktık.<br />Ana akım medyada İşçilerin temsili ve mücadeleleri hep "dış güçler" "chp düşmanı" gibi haberlerle gösterildi.<br />Bu ülkede olan bitene gerektiğinde gözlerini çok iyi kapatabilen ana akım medya organları karşılarında bir şekilde ayakta durma çabası içerisindeki işçileri manşetlere taşıyabilecek kadar "haber değeri" taşıdığını düşünüyormuş. Tarafsız gazetecilik denen şeyin doğası itibari ile "iki tarafın da" görüşlerinin alınması gibi bir süreç vardır. İşçilerle yaptığımız görüşmelerde böyle bir görüşmenin olmadığını öğrendik.<br />Ellerinde medya gibi bir gücü bulunduran gazetecilerimiz görevlerini çok iyi yerine getirdiler. Bizim elimizde ise sadece kameramız vardı.<br />Görüşü ne olursa olsun, mücadelesi ne olursa olsun seslerini duyuramayan, görüşleri çarpıtılan ve "yönlendirilmiş ve sözde tarafsız medya" tarafından mücadeleleri alaşığı edilmeye çalışılan herkesin seslerini duyurabilme hakları olduğunu düşünüyoruz.<br />Önümüzdeki seçim günlerinde belgeselimizin bizim rahatsızlık duyacağımız "taraflara" çekilmesinden endişe ediyoruz. Bu sadece bir belgeseldir ve objektif olma çabası içerisindedir.<br />Bu endişemizin sebebi ise oy toplayabilmek adına her çeşit kirli propaganda yapma hakkını kendinde görebilen politikacılardır. Biz "politika" diye tabir edilen olguya inanmıyoruz ve bu belgesel sizin oy toplayabilmeniz için bir oyuncak değildir, olmayacaktır. Yukarıda da belirttiğim gibi.<br />Biz kimsenin tarafında değiliz.<br />Belgeseli izleyecek olan izleyicilerimizin bu hassasiyetimizi dikkate alacaklarını umuyoruz.<br />Desteğiniz için teşekkür ederiz.<br /><br />Ali Cem DoğanJAHRONİhttp://www.blogger.com/profile/04222089432828226366noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2375689819420534818.post-9620127304733006212011-04-20T00:01:00.000-07:002011-04-20T00:05:48.824-07:00Sırrı Süreyya Önder: Hatamla Sev BeniTek dil, tek... tek.. diye teklerseniz elinizde 'Biz sizi yaradandan ötürü seviyoruz ya, nankörlük etmeyin' kibrinden başka bir şey kalmaz..<br />“Yaratılmışı severiz yaradandan ötürü..”<br />Büyük Alevi-Bektaşi ozanı Yunus Emre’nin bu dizesi çok yanlış anlaşılmıştır.<br />Sadece yanlış anlaşılsa iyi, olur olmaz yerde de yanlış kullanılmaktadır.<br />Bu nefesin orijinali Kültür Bakanlığı tarafından 5 cilt olarak yayımlanan “Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi” 1. Cildinde şöyledir:<br />Elif okuduk ötürü<br />Pazar eyledik götürü<br />Yaratılanı hoş gör<br />Yaradandan ötürü<br />Bu nefes zalimlere söylenmiştir. “Biz severiz” gibi bir içeriğe sahip değildir. “Siz hor görmeyin!” manasına gelir.<br />Sufilik, ipek ve onun temsil ettiği zenginlik ve saltanat simgelerine bir itiraz olarak doğmuştur. Sembolik olarak ipeğin yerine yünü benimsemiştir. Etimolojik olarak kökeni, Arapça ‘yün’ kelimesinden gelir. Daha sonra Sufiliğin de bozulmaya başlaması üzerine Melamilik ortaya çıkmış her türden gösterişi ve simgeyi reddetmiştir.<br />Yunus Emre’de her arayanın kendinden bir şey bulması, Yunus’un yukarıda andığımız tüm kırılmalarda tercihini egemenlerden ve saltanattan yana değil yoksullardan ve ezilenlerden yana kullanmasından dolayıdır.<br />Yunus’un şiirlerinde yaradana da serzeniş vardır. Ne zamanki Allah gönüllerdeki dostluk makamından kamunun tanrısına dönüştürülür, işte o zaman Yunus’un sözü vardır söylenecek:<br />Ya düşer ya dayanır ya uçar..<br />Kıl gibi köprüden adem mi geçer?<br />Kulların köprü yaparlar hayr için<br />Hayr budur kim geçerler seyr için<br />..<br />Geçmedi mi intikamın öldürüp<br />Çürütüp gözüme toprak doldurup<br />Hiç Yunus’tan değdi mi sana ziyan<br />Sen bilirsin aşikare ve nihan<br />Bir avuç toprağa bunca kıyl-ü kal<br />Nene gerek ey Kerim-i zül celâl<br />Kürtleri ya da ‘başka’ insanları sevmek için Allah’ın aracılığına gerek yoktur.<br />“Sizin lisanlarınız Allahın ayetleridir” referansını unutup tek dil tek... tek... tek.. diye teklemeye başlarsanız elinizde “biz sizi yaradandan ötürü seviyoruz ya işte, nankörlük etmeyin!” kibrinden başka bir şey kalmaz.<br />İnsanlar artık ‘tek’leyen bir sevgi istemiyorlar.<br />Bu kibirle de hiçbir kalbe dokunamazsınız. Bu topraklarda hiçbir yüce ‘kurul’un bildirisi, kadim bilgiler karşısında<br />tutunamamıştır. Yayımladığınızla kalırsınız. Olan, yitip giden ve gidecek olan yoksul canlarına olur.<br />12 Eylül’ün faşist yöneticileri meydanlarda ayetler okuyarak fetva verirken halk Diyarbekir zindanında yazan “Burada Allah yoktur, peygamber de izine çıktı” bilgisiyle dinledi onları. Eline silah aldıysa, bu riyakârlığın hadsiz, hudutsuz olduğunu canıyla ödeyerek öğrendiği içindir biraz da...<br />Kulaklara fısıldanan “Yav, MHP’yi güçlendirmemek gerekiyor ya hani, işte o yüzden...” mazeretini söylemeye yine devam edebilirsiniz. Mala davara bir zararı yok nasılsa. MHP’nin ‘açık’lığı böylesi bir riyakârlıktan iyidir.<br />Adına ‘ihlas’ denilen bir samimiyet olgusu vardır. Bir kez gittimiydi bir daha kırk Yunus dizesi okusanız da gelmez.<br />Gelecekteki bir iktidarı, insanı yok saymaya mazeret kılmak ‘nefs’ uğruna helak olmanın başlangıcıdır.<br />Hiç olmazsa Yunus’u rahat bırakabilirsiniz diyeceğim ama “Buğday mı istersin nefes mi?” sorusuna ‘buğday’ dediği için yani dünyevi olana talip olduğu için, pişmanlıkla kırk yıl dergâha odun taşıyan bir insanın resmini, tuttunuz para denen o çirkin şeyin üzerine bastırdınız.<br />Alın size bir Yunus dizesi, ister okuyun ister düşünün:<br />Beyler azdılar malından<br />Bilmezler yoksul halinden<br />Çıkmışlar rahmet gölünden<br /><p>Nefis derdine dalmışlar<br /></p><p>Yazı için Kaynak:<a href="http://hijazznihavent.blogspot.com/">NAR-I AŞK</a></p><p><br /></p><p>Aşağıda Sırrı Süreyya'nın YSK kararına ilişkin açıklaması da bulunmaktadır.</p><p><iframe title="YouTube video player" width="400" height="390" src="http://www.youtube.com/embed/-l1Jty2IubY" frameborder="0" allowfullscreen=""></iframe></p><p><br /></p>JAHRONİhttp://www.blogger.com/profile/04222089432828226366noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2375689819420534818.post-61627274151669586572010-11-16T04:30:00.000-08:002010-11-16T04:33:45.339-08:00YILDIRIM TÜRKER-Cumhuriyet'in riya albümünden<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhNHNPizKeGNfNAl2YNngDMW7DoeR6Fm8mz2fBrRNqg2Vklp4C8RcLqZ29zzxUncnfVBXRO6G9MONqRWzZWacTxpGTo1IbHX11bQt0tlzkRTpVwvyMR8_aQJ74H4XXXqJ1tu-RkMGIpAok/s1600/fft16_mf596654.jpg"><img style="TEXT-ALIGN: center; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 320px; DISPLAY: block; HEIGHT: 254px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5540124401799441970" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhNHNPizKeGNfNAl2YNngDMW7DoeR6Fm8mz2fBrRNqg2Vklp4C8RcLqZ29zzxUncnfVBXRO6G9MONqRWzZWacTxpGTo1IbHX11bQt0tlzkRTpVwvyMR8_aQJ74H4XXXqJ1tu-RkMGIpAok/s320/fft16_mf596654.jpg" /></a><br /><br /><strong>Çocukları ancak hazırolda gördüğü zaman sevebilen bir cumhuriyetin yeni kahramanı Aykut.<br /></strong><br />Bu fotoğraftaki, boya sandığının önünde saygıya durmuş kara böcük delikanlıcık bu yılın 10 Kasımı’na lejand oldu.<br />Kemalistlerin en militarist kanadı, kendi gözlerini yaşartan bu görüntüyü coşkuyla dolaşıma soktu.<br />Fotografın sunuluşunda Orhan Kemal’in sokak çocuklarından kimi banka reklamlarının kahramanı olan Cumhuriyet’in fedakâr, aç biilaç köylüsüne kadar geniş bir göndermeler demeti var.<br />‘Gözütok’ Cumhuriyet kahramanı. Atasının izinde, gıkını çıkarmadan bütün zorluklara katlanan ‘gönlübol’ Anadolu delikanlısı.<br />Cumhuriyetin saf ülküsü. Yoksul ama gururlu; kaderin sillesine rağmen imanını köreltmemiş Cumhuriyet bendesi.<br />Üstelik bu toplumun hırpalamaya doyamadığı bir azınlık mensubu.<br />“Bak, şunca yoksul. Ana babası bile yok. Üstelik senin gibi terbiye de görmemiş. Çingen’in teki. Ama o bile atasına şükran duyuyor. Nankörlük etmiyor” diyor, resmi bu drama çerçevesiyle sunanlar. Biz, gazete okuru orta sınıfa.<br />Roman kardeşleri yerlerinden yurtlarından ediliyor; ayrımcılığın en dikenli teliyle hayatımızdan uzak tutuluyor.<br />Ama Zonguldaklı boyacı şopar, Atatürk’e saygı duruşunda bulundu diye bu yılın en vurucu müsameresi ilan ediliyor. Adeta pullara basılacak ikonografik bir değer kazanıyor. Adını kocaman harflerle ekmek teknesinin üstüne karalamış: AYKUT.<br />Hemen ertesi gün, “O gence valilik sahip çıktı” başlığı altında, hayatının müthiş reyting getirecek bir dizi konusu olduğunu öğreneceğiz. O saygı duruşuyla ilgiyi çekince 16 yaşında olduğu; anası ve babası tarafından terk edilip okulunu bırakmak zorunda kaldığı ‘ortaya çıkmış’. Onun haberini yazanlar, Aykut’un hayatı için ‘ortaya çıktı’ kalıbını kullanıyor. Meğer anası Bahriye, 1 yıl önce bir başkasına kaçmış. Fiziksel engelli babası Satılmış da İstanbul’a göçmüş.<br />Vali, makamına çağırıp delikanlıyı kutlamış. Tüm okul masraflarını üstleneceği müjdesini haykırmış yüzüne.<br />Aykut Keskin, “Atatürk bizim için onca savaşlara gitmiş. Onun için ayağa kalktım, saygı duruşunda bulundum. O anda iyi duygular yaşadım. Keşke herkes aynısını yapsa. Ayakkabısını boyadığım müşterimle 1.5 liraya anlaşmıştım. Boyadıktan sonra o 2 lira verdi. Bugün gazetelerde fotoğrafımı görünce çok mutlu oldum. Mahallede herkes beni konuşuyor. Çok duygulandım” diyesiymiş.<br />Çocukları ancak hazırolda gördüğü zaman sevebilen bir zalim cumhuriyetin yeni kahramanı Aykut. Miladı olan fotoğraf, cumhuriyetimizin riya albümlerinde saklanacak.<br />Aykut, bütün sokak çocuklarına çıkış yolunu gösterdi. Tabii tesadüfler tanrısının yardımıyla.<br />Yoksa nereden bilecekti, itilip kakılan, her halükârda hırsız-uğursuz muamelesi gören bir garip şopar olarak günün birinde şanlı Türk ulusu albümünde Türk gençliğine örnek gösterileceğini?<br /><br />Kaynak:<a href="http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1028937&Yazar=YILDIRIM%20T%DCRKER&Date=14.11.2010&CategoryID=97">RADİKAL</a>JAHRONİhttp://www.blogger.com/profile/04222089432828226366noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2375689819420534818.post-4742267801600333072010-11-08T03:09:00.000-08:002010-11-08T03:17:08.589-08:00İnan Süver, "Vicdanının Sesini Dinliyor"<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjan0k54rad3cd7t1M_JS_Td3ZrKZAXji4W1STskI92-uxtNh_SMJLH6Ep0HAkjO1xO7M1Vzfka5iq75rSM9uF5xtMpiP4McYlRM6NAIBrBY8wrSSC1TkL0IpCbIjj6NhvmpDWBQycBGug/s1600/cms-image-000048038.jpg"><img style="MARGIN: 0px 10px 10px 0px; WIDTH: 213px; FLOAT: left; HEIGHT: 320px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5537135429997911794" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjan0k54rad3cd7t1M_JS_Td3ZrKZAXji4W1STskI92-uxtNh_SMJLH6Ep0HAkjO1xO7M1Vzfka5iq75rSM9uF5xtMpiP4McYlRM6NAIBrBY8wrSSC1TkL0IpCbIjj6NhvmpDWBQycBGug/s320/cms-image-000048038.jpg" /></a><br /><br />İnan Süver'in Mektubu:<br /><br />“babam kaçakcılıkdan, vede parasızlıkdan dolayı nüfus cüzdanımı ancak 4 yıl sonra cıkartabilmiştir. araştırmalarım hep neticesiz kaldı. kimine göre muradiye depreminde vardım kimide yokmuşumm. yani deprem olduğu yılda olmuşum. 365 günün bir gününü doğum günüm olarak bilemedim, kutlayamadım. vel hasılı kelam gelelim mevzuya.<br />mevzu sudur sayın değerli bol maaşlı insan katledicileri. ısınamıyordum size düşman dım ben size.<br />cünkü..ben biliyordum 12 eylülde işgencelerde öldürülen insanları, ben biliyordum insanlık için mücadele eden devrimcileri idam sehpalarında sallandırdığınızı, ben biliyordum işsizlikten dolayı, kaçakcılık tan başka mesleği olmayan amcamı sizin öldürdüğünüzü, ben biliyordum köylerini yakıp evsiz yurt suz bıraktığınız insanları, ben biliyordum ana dillerini yasakladığın eğitimini yabancı dilde verdiğinden vede parasızlık dan dolayı eğitimsiz mesleksiz bir halkı, ben biliyordum öldürülen gazetecileri, ben biliyordum secimlerdeki barajları, ben biliyordum gelir dağılımda ki eşitsizliğinde bu ülkenin dünyanın en üst sıralarında bulunduğunu, ben biliyordum bu ülkede hiç bir başbakanın, bakanın, pasanın cocuğunun doğru düzgün askerlik yapmadığını, ben biliyordumki bu ülkede hiç bir halkın diğer bir halkla bir sorununun olmamasına rağmen, iki kardeşi bir birine öldürttüğünü. ben biliyordum parası olanın rüşvet ile bir şekilde kacak dolaştığını, ben biliyordum bedelli askerlik altında zenginlerin cocuklarının ayırt edildiğini ona rağmen, nasıl olurda sizin askeriniz olurdum zalimin yanında nasıl olurda olurdum . açlık sınırında yasayan insanlardan biride olan benim 1,5 yılımı istiyordunuz yıl 2001 olduğunda. bu ülkede yaşayan her bahtsız gibi beni de askere cağırdınız gelmedim mecbur ettiniz sonunda 2001 yılının 23 temmuzunda geldim. silah vermediniz, nöbette tuturmadınız, bir kac kere iştimaya girdim isede sonradan sıkıcı buldum girmedim ona da ses cıkarmadınız. fakat ben yinede kaşınıyordum sizce. firar ettim. yakalandım kaşıdınız. askeri ceza evi adı altında işgencehanelerinizde 7 ay kaldım. terbiye eddecektiniz güya. dozunu kacırdığıızdanmı dır bilmem ama tutturamadınız. ayarım bozuldu. akıl hastası oldum, bakır köy akıl hastahanesinde yattım. insanı şekillendiren yaşamıdır demiştim. bunları bana yasatmasaydınız sizden ve pisliklerinizin farkına varamayıp daha da nefret etmeye bilirdim. bunun için size teşekkür ederim. tam 8 yıl 2 ay 13 gündür kacağım bu süre içirsinde hiç bir gün sigortalı bir işte calışamadım ehliyette alamadım. arac ta kullanamadım. hic bir an bir polis memurunun yüzüne bakamadım her gördüğümde korktum. her asker gördüğümde üzüldüm hüzünlendim.hiç bir günün gecesinde sokakda turlayamadım, hiç bir gün meyhaneye kahve haneye giremedim. her sabah dönmeyecek cesine ayrıldım eşimden, evimden, cocuklarımdan. dostum düşmanım benim bu acığımı bana karsı koz olarak kullandı. gün geldi haksızlıklar karsısında sustum. sonunda hakiminde hesaplayamadığı ki bence galiba 7 firarımdan toplam 4 yıl ceza elime ulaştı. tahminimin dışında değildi beklediğim cezaydı. çünkü biz biliyoruz ki bu ülkede baklava calan cocukların, biz biliyoruzki bu ülkede düşüncesinden ötürü yıllarca ceza alan insanları.<br />2003 yılında izmir şirinyer askeri ceza evinde 120 gün aralıksız coplandığımda o bölgenin komutanı bu gün içerdedir. kısacası sözümün özü sudur komutanlar. ben vicdani red hakkı diye bir bilgiye sahip oldum. onu kullanıyorum. bilinki ben bu devletin düşmanıyım. ve sunuda bilin size karsı da olsa, silah almayacağım. bu yazdıklarım size birer mermi gibi işleyeceğini biliyorum cünkü. öldürmektense ölmeyi tercih ediyorum. ben burdayım, buyrun..“ (EBY)<br /><br />Kaynak: http://www.haberfabrikasi.org/s/?p=5602JAHRONİhttp://www.blogger.com/profile/04222089432828226366noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2375689819420534818.post-39677918923341012592010-07-31T23:44:00.000-07:002010-07-31T23:44:33.465-07:00Diyarbakır Cezaevi-Nurettin Yılmaz("Oradaydım" Belgeselinden)<div><object height="322" width="400"><param name="movie" value="http://d.yimg.com/static.video.yahoo.com/yep/YV_YEP.swf?ver=2.2.46" /><param name="allowFullScreen" value="true" /><param name="AllowScriptAccess" VALUE="always" /><param name="bgcolor" value="#000000" /><param name="flashVars" value="id=14481291&vid=5506570&lang=en-us&intl=us&thumbUrl=http%3A//l.yimg.com/a/p/i/bcst/videosearch/9958/89276044.jpeg&embed=1" /><embed src="http://d.yimg.com/static.video.yahoo.com/yep/YV_YEP.swf?ver=2.2.46" type="application/x-shockwave-flash" width="400" height="322" allowFullScreen="true" AllowScriptAccess="always" bgcolor="#000000" flashVars="id=14481291&vid=5506570&lang=en-us&intl=us&thumbUrl=http%3A//l.yimg.com/a/p/i/bcst/videosearch/9958/89276044.jpeg&embed=1" ></embed></object><br />
<a href="http://video.yahoo.com/watch/5506570/14481291"></a> <a href="http://video.yahoo.com/"></a></div><br />
Kaynak:<a href="http://video.yahoo.com/watch/5506570/14481291">YAHOO VİDEO</a><br />
İnsanın tarif ederken çaresiz kalmaya mecbur/mahkum olduğu durumlardan biri, neresinden başlayacağınızdan tutun da soluklanmak için hangi durağı seçeceğinize varana kadar...<br />
<br />
<a href="http://www.diyarbakirzindani.com/">Diyarbakır Zindanı</a>JAHRONİhttp://www.blogger.com/profile/04222089432828226366noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2375689819420534818.post-38323870725834342902010-01-25T14:22:00.000-08:002010-01-25T14:22:30.804-08:00VE HİÇ BİTMEYECEK REDDEDENLER-YILDIRIM TÜRKERAnayasa Mahkemesi imdada yetişti. Askerlerin örgütlü suçlarda sivil mahkemelerde yargılanmasını iptal etti. Som hukuki bir karar. Bir kez daha ‘asker efendimizdir’ makamından sapmamamız gerektiğini anlamış olduk. <br />
<br />
<br />
Albay Dursun Çiçek’in mahkeme çıkışı afra tafrasını şimdi daha iyi anlıyoruz, değil mi? <br />
<br />
Ama ne yapalım, ‘ordu üstüme kalksa’ yazacağım. EMASYA’yı sabitleyen, askerin vatandaşa istediği koşullarda, istediği şekillerde dokunabilmesinin garantisi olan bu karara varan Mahkeme, darbe Anayasası’nın bekçiliğini yapıyor elbet. Yapacak da. <br />
<br />
Çünkü hukukun üstünlüğünden dem vuran, hukuk devletini savunan kimi demokrat kalemler varolan hukukun darbeci askerler tarafından inşa edilmişliğini unutuyor. Unutmayı tercih ediyor. <br />
<br />
Militarizmin bugünden yarına, kolaylıkla üstünden atlayabileceğimiz bir mania, hayatımızı boyunduruğundan sıyırabileceğimiz bir bela olmadığını biliyorduk zaten. <br />
<br />
Sonuna dek inkârcı askeri yargı, hiçbir demokraside hükmedemediği güçte hükmedecek hayatımıza. Amaç budur. <br />
<br />
Genelkurmay’ın Taraf gazetesinin ‘Balyoz’ bombasından sonra yapmış olduğu açıklama, müdanasız bir gücün, karşısındakileri toptan küçümseyen rahatlığını yansıtıyordu. O açıklamanın bir kripto olarak yorumlara açılmasından da anlaşılmıyor mu? Malumat vermeye kapalı asker yine talimat dilinden sesleniyor kamuoyuna. Ama bir farkla.<br />
<br />
Ordu, yekpare bir güç olarak, fişçi-darbeci-suikastçı-sabotajcı-katliamcı-kendi halkına düşman bir kurum tasvirini umursamadan karşımıza dikilmekte bir sakınca görmüyor besbelli. Artık açıkça inkâr da etmiyor. İç meselemiz diye kapatmaya çalışıyor. Yine zamanlamaya sitemler, iç düşmanlara gözdağı; velhasıl bildiğimiz genelkurmay açıklaması. Ama bir farkı var elbet. <br />
<br />
Fark şu ki, asıp kesmeye pek yanaşmıyorlar artık. Tehditlerinde bir gevşeme okunuyor. <br />
<br />
Bir gün sır kasalarının patlayıvereceği, kimi canına susamış münasebetsizlerin bunları cümle aleme ilan edebileceği günleri hiç öngörmemiş oldukları anlaşılıyor. Bildirileri artık iyice özensiz; hazırlıksız yakalanmışın pişkin telaşını yansıtıyor. <br />
<br />
Genelkurmay, bağrından durmadan sızan darbe planları karşısında aldığı tavırla asıl halkı askerden soğutan güç. Ama öte yandan cezasını görmeyeceğinden emin. <br />
<br />
Bu arada vicdani reddin yolları hâlâ sıkı sıkı kapalı tutuluyor. Halkı askerden soğutma cürmü konusunda bütün üniformalıların burunları ve kulakları teyakkuzda. <br />
<br />
Bugün altında imzasıyla bambaşka bir bildiriyi okumanızı istiyorum. Bu çok güzel yazılmış bildiri, Ankara’da gözaltına alınan vicdani ret destekçileri üstüne. Ama aslolanı, sarih bir dille yansıtıyor. <br />
<br />
En önemlisi, postalların gürültüsü arasında bize gücümüzü hatırlatıyor. Militarizme karşı çıkanların gücünü. <br />
<br />
<br />
<br />
‘19 anti-militariste halkı askerlikten soğutma davası<br />
<br />
6 Ocak günü Ankara’da Yüksel Caddesinde çoğunu anarşistlerin oluşturduğu anti-militarist bir grup, basın açıklaması yaptı. Yapılan basın açıklaması, tutuklu bulunan “Vicdani retçi” Enver Aydemirle dayanışmak amacına yönelikti. Zaten Basın açıklaması sırasında grubun taşıdığı pankartta “Vicdani Retçi Enver Aydemirle Dayanışma İnisiyatifi” yazıyordu. Grup Yüksel Caddesinde açıklamasını okumaya başladığı an, polis’in gözünün döndüğü andı. Çevik Kuvvet Polisi grubu görür görmez hızla gruba doğru yöneldi ve çembere aldı. Polis’in sayısı 100 kadar iken anti-militaristler 30 kişi ya var ya yoktu. Böyle meselelerde, varla yok arası nitelenen “özgürlüğü”, öldürmeyi reddederek temsil edenlere karşı, neyi temsil ettiği kendinden menkul olanlar, her zaman orantısız bir denklemle ifade edilir. Orada da böyle olmuştur. Bu durum orantısızdır çünkü boyun bükmek kafayı havada tutmaktan daha kolaydır. Anti-militaristler azdır çünkü itaat etmek reddetmekten daha kolaydır. <br />
<br />
Ama tarih daha reddedenlerin bittiğini tükendiğini yazmamıştır. Az da olsa reddedenler oradadır. İtaat edenlerde. Efendiler tut derse tutacak birisi mutlaka bulunur. Dakikasında rütbeli polis tut demiş, rütbesiz polisler de tutmuştur. Ne kadar basit bir ilişki... Daha basın açıklaması bitmeden, “bir vatandaşlık hakkı “olan basın açıklamasını bitirmeden taciz edilenler Anti-militaristler olur.” Vatandaş”ın bittiği, hikâye olduğu yer işte tamda burasıdır. Vatandaş dediğin emre itaat edendir. Reddeden değil. Tut emrini, Anti-militaristlerin üzerine kâbus gibi çöken lacivert üniformalı vatandaşlar alır, her bir anti-militaristin üzerinde en az üç çevik tepinmeye başlar. Polis, kolları büker, boyunları tutar, enseleri çökertir, postalla bastırır. Toza dumana kesen ortalıkta, kesin olan tek rakam gözaltına alınanların sayısı olarak kalır: 23<br />
<br />
Sonra, Gözaltı aracından başlayarak 24 saat sonraki adliyeye kadar sürekli taciz tehdit ve baskıya maruz bırakılırlar. Saçı kısa kadınlar, Polislere göre “at gibi”, saçı uzun erkekler “karı gibi”dir. Atların ve karıların ve erkeklerin nefes alıp verdiğini bilip yaşamı sevenleri ve öldürmeyi reddedenleri böyle ezmeye çalışırlar. Nezarethanede gece boyu kapıları çarparak anti-militaristlere uyku uyutmazlar. Sonra onlara ifade imzalatmaya çalışırlar. Anti-militaristler, Susma haklarını kullanırlar. Sabah adliyeye götürülürler. Savcı 22’sini serbest bırakır. Volkan sevinç tutuklanır. Gerekçe, Savaş karşıtı Volkan Sevinç’in “kanunsuz” toplantıya, hiçbir zaman sahip olmadığı ve polis’in “silah” diye nitelediği bir çakıyla katılmasıdır. Mehmet Ali Ağca’yı aramıza karıştıran, Ogün Samast’la yan yana fotoğraf çektiren, Engin Ceber’i yok eden, Alexsis’i ve Carlo’yu öldüren, Uğur Kaymazın ve Ceylan’ın küçük bedenlerini kurşunlarla delik deşik edenler, bir şeyi silah olarak niteleyebilir mi? Bunların yaşa dedikleri hayat yaşanır mı? Bunların elinden su içilir mi? Sofralarından ekmek yenir mi? <br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjEQ829lnU-NweWxBWhKbprlytJmg9ZB9OCwAMEQ2F-V2flvhH0Vv_WnjYzaq5LUdF-oN_VNPIpIWGs3aCrKvkOSrSeOm_OrPARTZuVYBbfZYsXEgPuzwvAa0rgb3HmD_26gJ9eorBkLks/s1600-h/fft28_mf343420.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="213" mt="true" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjEQ829lnU-NweWxBWhKbprlytJmg9ZB9OCwAMEQ2F-V2flvhH0Vv_WnjYzaq5LUdF-oN_VNPIpIWGs3aCrKvkOSrSeOm_OrPARTZuVYBbfZYsXEgPuzwvAa0rgb3HmD_26gJ9eorBkLks/s320/fft28_mf343420.jpg" width="320" /></a><br />
</div><br />
Volkan Sevinç şu anda, Sincan’da tutuklu. Volkan dâhil o gün salıverilenlerden 19 Anti-militarist, “halkı askerlikten soğutmak” ve “suç ve suçluyu övmek” suçuyla yargılanacaklar. 19 Anti-militarist. Dava tarihi henüz belli değil, ama yaşamın korkunç bir cendereye dönüştüğü, yüzlerin silikleştiği, gündelik hayatın sabahtan akşama ölümcül bir hakiyle militarize edildiği bugünlerde belirsiz kalarak canımızı sıkan tek şey bu dava değil. Kimseye güvenmiyoruz, adını bildiğimiz, omzuna ve vicdanına dokunabildiklerimiz dışında. Bu topraklarda, yeryüzünde binlerce yıldır, çelikle, yasalarla ve postalla ezilenler, Kürtler, Ermeniler, Çingeneler, zenciler, eşcinseller, yani başka türlü doğanlar ve başka türlü dünyalar düşleyenler, Anarşistler, komünistler... Başını bilmediğimiz, ama sonuna da gelmediğimiz tarihin her zaman bir parçasıydılar ve bitmediler, bitmeyecekler. <br />
<br />
Bugün, medya ve iktidarlar kendi yarattığı ucubelerle hesaplaşıyor. Mehmet Ali Ağca, medyanın yarattığı dünyada katil oldu. Şimdi ona “katil” diyorlarsa, o adam gibilerini sokakta görmekten utanıyorlarsa, kendilerine pay biçmeliler. İkiyüzlülüğün daha basit bir ifadesi az bulunur. Diz çöküp, emir bekleyen kalem ehli gazetecilerin sayfa sayfa kana boyadıkları bir dünyada öldürdü Hrant Dink. O artık yok. Ama onun bir oğlu var. Hrant’ın oğlunu dinlesinler. O adam vicdan taşıyor, ölümü ve büstleri değil, insanları sevdiğini söylüyor. Öldürmeyi reddedenleri dinlesinler. Vicdanı susturulamayanları, Volkan Sevinç’i dinlesinler. Yastığa koydukları başı değil yastıktan kaldırdıkları başı gözetsinler. Uyumanın ve unutmanın dünyasında uyanışın ve hatırlamanın hikâyelerine kulak versinler. Bu ateş, iktidarların yaktığı yaşamı kül etmeye niyetli bu büyük yangın, bir gün kendilerini de yakar. Bir gün reddedeceksiniz çünkü içinizden kopan ses, vicdanınızdan başlayarak ürpertecek tüylerinizi. Kayıtsız kalabilirseniz o sese, vicdanınızın sesine, Eyvallah. Orada, Sağır olduğunuz odada kalın. Uyanmayın, kapınızı pencerenizi açmayın, bir tanenize daha tahammülü yok yeryüzünün...<br />
<br />
Vaktiyle, rivayet edilir ki, bu dünyada var olmak bir hafiflikti. Öldürmeyi redderek var olanların, var olmakta inat edenlerin azametine dayanarak, el ve omuz alarak sürüyor bu hayat. Faşizme ve iktidarlara inat devam ediyor. Ve hiç bitmeyecek reddedenler.” <br />
<br />
Anti-Militarist Tutsaklara Özgürlük İnisiyatifi’ <br />
<br />
<br />
<span style="color: red; font-size: large;"><strong>kaynak:</strong></span><a href="http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=976569&Yazar=YILDIRIM&Date=26.01.2010&CategoryID=97"><span style="color: red; font-size: large;"><strong>Radikal</strong></span> </a>JAHRONİhttp://www.blogger.com/profile/04222089432828226366noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2375689819420534818.post-62695716878768255362009-12-12T05:47:00.000-08:002009-12-12T05:52:19.042-08:00Dağ Dağa, Taş Taşa Karşı-OYA BAYDARBaşka bir yazı yazacaktım; günün en karanlık anı şafaktan hemen önceki andır, diyecektim bir umut ışığı yakarak. Ama ne mümkün! O en karanlık saniyelerin yıllarca, on yıllarca sürdüğü, neredeyse sonsuza kadar uzadığı ülkemizde, umudu yazmak güç zenaat.<br /><br />Bugün bir rica... -hayır, “rica” sözcüğü çok zayıf kalıyor- bir yakarış, bir yalvarış yazısı yazacağım. Dağlara, taşlara; dağları işaret edenlere, taşları kardeşlerine savuranlara ve asıl, o taşları umutsuz gençlerin, masum ve mağdur ellerine verenlere, doğanın dağları gibi iktidar dağlarının tepelerini bekleyenlere yalvaracağım. Yalvardığım için kendimi küçülmüş hisetmeyeceğim, utanmayacağım. İçinde debelendiğimiz, cinnete varan bu şiddet, nefret ve düşmanlık ortamında; yüreklerin ve vicdanların rehin alındığı şu günlerde akılla değil yürekle söylenecek sözlere sığınmak istiyorum.<br /><br />Otuz yıldır, bu ülkenin doğusunda silahlı bir savaş sürüyor. İnsanlar, askerler Türk-Kürt çocuklarımız, gençlerimiz ölüyor, öldürüyor. Dağlar, köyler yanıyor, korku, zulüm kol geziyor. Bir toplum, bir halk, bir ülke kanıyor, dağılıyor. Öte yandan, bu savaştan da beslenen kıran kırana bir iktidar savaşı derinleşiyor. Bu siyasal-ideolojik savaşın tarafları, halkı karşıt cephelere bölerek ateş hattına sürüyorlar. Ellerimize birbirimize atacağımız taşlar, birbirimize çekeceğimiz silahlar ve birer sopa gibi, balyoz gibi birbirimizin kafasına indireceğimiz bayraklar tutuşturuluyor. İzmir’de, fidan gibi bir genç kızın elinde Kürtlere yönelen taş, Diyarbakır’da, Van’da, Hakkâri’de mağdur ve mazlum çocukların ellerinde umutsuz bir öfkenin ve isyanın taşlarına dönüşüyor.<br /><br />Meclis’te, savaşın bitmesinden, barıştan, insandan, anaların gözyaşlarından söz edildiğinde, seçim meydanlarında yağlı urgan sallayarak oy toplamaya çalışan MHP Genel Başkanı, yasaları da, barış umudunu da, insanı da de hiçe sayarak, vatanın bölünmezliği uğruna dağa çıkma nutukları atıyor. Ölü insanların ve ölü ruhların yaşadığı, kardeş kanının bulaştığı toprakların adının vatan değil mezbaha ve mezarlık olacağını bile düşünemiyor. Bir başkası, Meclis’te Dersim katliamını yöntem olarak önerirken, grubu bu sözleri heyecanla alkışlıyor. Siyasal iktidarın başı, balona üflediği duygusal sözleri, şiirleri pek içten söylüyor da, balon elinde patlayıverince anında mağdurları suçlayıp gözdağı vermekten çekinmiyor. Havada desteksiz duran umutlar yere düşüp un ufak oluyor.<br /><br />Yaşamakta olduğumuz şu bıçak sırtı günlerde, gözümüz gibi korumaya, kollamaya çalıştığımız DTP’nin bir yöneticisi “Tabanımız dağa çıkmamızı istiyor” diyor. Nereye varacağı belli olmayan provokasyon ortamına, o provokasyonların kendi halkına, kendi davasına nelere mal olacağını bile umursadığı yok sanki, ya da artık acıdan, umutsuzluktan şaşkın. Bir delikanlı vuruluyor Diyarbakır’ın ortasında ve İstanbul’da ateşe verilen bir otobüsün içinde yanan liseli genç kız sessizce ölüyor. Yedi şehit haberi geliyor bu satırlar yazılırken, çatışmalarda ölen Kürt gençlerinin haberi bile gelmiyor. Ve memnun, el ovuşturuyor siyaset ağaları, “Biz demiştik, haklı çıktık işte” böbürlenmeleriyle. Ölülerin, acının, kanın lanetli sözde haklılığından hiç utanmadan.<br /><br />Bunca yıldır ellerinden geldiğince, güçleri yettiğince bu savaş bitsin, bu cepheleşme sona ersin diye çabalayanlar; atılan taşların, lafların, düşmanlıkların ortasında kalıp bunca yara alanlar; ama’sız barıştan, fakat’sız adaletten, herkes için hak ve özgürlükten yana taraf olanlar; bir cephenin, bir komutanın kafası nefretle, düşmanlıkla yıkanmış askeri olmayı reddedenler, dağların ve taşların tehditi altında kendimizi yaralı, umut yorgunu, biraz da aldatılmış hissediyoruz. Ben böyle hissediyorum en azından.<br /><br />Bu iktidar savaşının Türk-Kürt, iktidar-muhalefet, sağ-sol, dağdaki ovadaki, Meclis’teki hücredeki, yargıdaki, ordudaki, gazete köşelerindeki, televizyon ekranlarındaki bütün “baş”larına, bütün komutanlarına, bütün sorumlularına, sesimi duyurmak istiyorum. Ne kadar zor, belki de umutsuz, biliyorum. Yine de bağırıyorum: Dağ dağı, taş taşı, kurşun kurşunu, zulüm zulümü, nefret nefreti kışkırtır. Bir mucize yaratın; askerlerinizin, çocuklarınızın, tabanlarınızın ellerine tutuşturduğunuz taşları, silahları toplayın; yüreklerine döşediğiniz nefreti, düşmanlığı silin. İktidar tapıncının kurbanı, insansız siyaset değirmeninin taşı olmaktan bir an vazgeçin. O taşlar, kurşunlar, kin ve düşmanlık ne taraftan gelire gelsin herkesi, hepimizi; belki farkında değilsiniz ama asıl sizi vuruyor.<br /><br />Ben hâlâ insana inanmayı sürdürmek istiyorum. Bu yüzden, yalvarıyorum işte hepinize. Hepinizin gözlerinin yaşardığı, ağladığınız bir an olduğunu biliyorum. İnsan olduğunuz, ölümü değil yaşamı, acıyı değil sevinci kutsadığınız o ana dönün. Mümkün değil mi dediniz? Hepiniz çoktan ölüler kervanına mı katıldınız yoksa?<br /><br />Kaynak:<a href="http://www.t24.com.tr/content/authors.aspx?article=1291&author=55">t24</a>JAHRONİhttp://www.blogger.com/profile/04222089432828226366noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2375689819420534818.post-44114681977469213732009-12-07T13:58:00.000-08:002009-12-09T11:51:57.314-08:00YÜZLEŞME TAPINAĞINDAN BİR ÖYKÜ-Diyarbakır ZindanıNeşe Düzel'in 23/06/2003 tarihinde Selim Dindar ile yaptığı söyleşi...<br /><a href="http://www.taraf.com.tr/haber/45059.htm">Selim Dindar 03/12/2009 tarihinde öldürüldü. </a><br /><br /><strong><span style="color:#ff0000;">N.D:Diyarbakır AskeriCezaevi'nde kaçyıl yattınız?</span></strong><br />S.D:Üç yıl yattım.<br /><strong><span style="color:#ff0000;">N.D:Hangiyıllar arasında?</span></strong><br />S.D:1981'de girdim, 1984'te tahliye oldum. Diyarbakır Cezaevi'ne girdiğimde 20 yaşındaydım.<br /><strong><span style="color:#ff0000;">N.D:Hangi suçtan mahkûmdunuz?</span></strong><br />S.D:Biz sülale olarak seyitiz ve ben zengin bir ailenin oğluyum. O dönemde eğlence içinde yaşıyordum. Hiçbir siyasi faaliyetim yoktu. Zaten ben yakalanmadan önce de siyasi değildim, yakalandıktan sonra da olmadım. Ama tabii Cizreliyim ve 12 Eylül 1980'i orada yaşadım, nasibimi aldım. Bizim bölge eskiden beri KDP'liydi. Ailem de öyleydi. Haliyle benim de Barzani'nin partisine sempatim vardı ve 'KDP'liyim' diyordum. KDP nedeniyle arandım, sınırda yakalandım ve ceza yedim. Mardin'de 78 gün sorguda tutuldum. Oradan Diyarbakır'a götürüldüm ve mahkemeye çıkarıldım, tutuklandım.<br /><span style="color:#ff0000;"><strong>N.D:PKK ile herhangi bir ilişkiniz olmuş muydu?</strong> </span><br />S.D:Olmadı. Ben hiç PKK'lı olmadım ve PKK'lı da değilim. Üç yıl boyunca hep tek başıma mahkemeye çıkarıldım ben.<br /><strong><span style="color:#ff0000;">N.D:Hasan Cemal'le 'Kürtler' isimli son kitabı üzerine yaptığımız konuşmada, Hasan Cemal bana 'Eğer biz gazeteciler, Diyarbakır Cezaevi'ni, insanlığa karşı işlenen suçların yaşandığı korkunç bir mekân olarak o dönemde tam sergileyebilmiş olsaydık, Türkiye'de belki bazı şeyler değişirdi. Ama biz orada yaşananları kıyısından köşesinden anlattık' dedi.Aslında o dönemde Diyarbakır Askeri Cezaevi'yle ilgili pek çok söylenti vardı. Siz, Diyarbakır Cezaevi'ni tek bir kelimeyle anlatmak isteseydiniz hangi kelimeyi kullanırdınız?</span></strong><br />S.D:Cehennem... Biz sorgularda günlerce hiç kıpırdamadan tabutların içinde gözlerimiz bağlı dikine tutulduk. Falaka, elektrik verme, soğuk duş hepsini yaşadık. Sabahtan akşama işkence gördük, geceleri bir battaniye içinde koğuşun önüne bırakıldık. Meğer bunlar ne kadar demodeymiş. Biz esas vahşeti Diyarbakır Cezaevi'nde yaşadık. Halbuki, yakalanmadan önce, işkencenin sorguda yapıldığını, cezaevine konulduktan sonra koğuşların rahat olduğunu sanıyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde ise sorgu işkencehanelerini özledik.<br /><strong><span style="color:#ff0000;">N.D:Günlük hayat nasıldı orada?</span></strong><br />S.D:Akşama kadar eğitim vardı. Sabah koğuşun içinde yüz kişi sıraya tutuluyorduk. Esas duruşta askeri marşlar söylüyorduk. 60'tan fazla marş ezberlemiştik. Eksik ya da yanlış söyledin diye, bu marş söylemeler dayaksız geçmiyordu. Her koğuşta mutlaka muhbirler ve gözetleme delikleri vardı. Birbirimizle konuşamıyorduk, oturamıyorduk. Hep ayaktaydık. 24 saat dayak vardı. Her an, gecenin 12'si, sabahın üçü, dördü, koğuşa bir bölük asker baskın yapabiliyordu. Haydar denilen kalaslarla, coplarla, su borularıyla dövülüyorduk. Öğleden sonraları, gardiyan bize 'Eğitime hazırlanın' komutu veriyordu. İşte o zaman herkeste korkudan tuvalete gitme ihtiyacı doğuyordu.<br /><span style="color:#ff0000;"><strong>N.D:Niye?</strong> </span><br />S.D:Dışarıdaki beton avludaki eğitimden canlı dönemeyeceğimizden korkuyorduk. Çünkü bu eğitimler işkenceyle yapılıyordu. Avlunun ortasında bir kapak vardı. Oradan hapishanenin ya da mahallenin lağımı akıyordu.<br /><strong><span style="color:#ff0000;">N.D:Anlamadım... </span></strong><br />S.D:Her birimiz tek tek o lağım suyunun içine indiriliyorduk. Lağımın içinde nefesimiz kesilene kadar tutuluyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde yatan herkes yaşadı bunu. O pisliği içmedim, yemedim diyen gururu yüzünden yalan söylüyordur. Bir de avluda sırtüstü yatırılıyorduk. Bacaklarımızı yerden on beş santim yukarıda tutuyorduk. Bacağı düşen dayak yemek için sıraya giriyordu. Kıştı, bir hafta boyunca gece o beton avluda suyun içinde yatırıldık. İhtiyacımızı suyun içinde yapıp, ısınmaya çalışıyorduk. Her koğuşta hoparlör vardı. Her gün cezaevinin amiri olan yüzbaşının konuşmasını esas duruşta bir saat dinliyorduk. Hasta biriydi. Yedinci Kolordu Komutanı'nın adamıydı. Oradan kendisine cezaevi için öldüren türden adamlar seçiyordu. Bunlar, bu vahşeti yaptıktan sonra nasıl yemek yediler, akşamları çocuklarını nasıl okşadılar insan bunu asla anlayamıyor.<br /><span style="color:#ff0000;">N.D:<strong>İşkence görmemiş kimse var mıydı hapishanede?</strong> </span><br />S.D:Yoktu. İtirafçılar dahi işkenceyi gördü. Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. Copu ısırtıp, tekmeyle vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı bir yanından yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini hâlâ kavrayamıyorum. Gözümün önünde öyle çok olay oldu ki. Ölümler, işkenceler... Abbas Çelik diye bir köy sahibi vardı. Oğluyla birlikte içerideydi. Oğluna soktukları copu çıkartıp babanın ağzına veriyorlardı. Sonra babaya soktuklarını oğlunun ağzına veriyorlardı. Batmanlı Veli Gürgen adlı bir genci de babasıyla getirdiler ve babasının gözünün önünde işkenceyle öldürdüler. Tayyip Erdoğan'a, belediye başkanlığı döneminde danışmanlık yapan gazeteci Altan Tan'ın babası Bedii Tan'ı da bir gardiyan işkenceyle öldürdü. Bedii Tan, işadamı Felat Cemiloğlu'nun ortağıydı. İkisi de bizim koğuştaydı.<br /><span style="color:#ff0000;"><strong>N.D:Bedii Tan nasıl öldürüldü?</strong> </span><br />S.D:O, yüzünde devamlı tebessüm olan biriydi. Yaşlı olmasına rağmen, işkence yapıldığında bağırmıyor, yalvarmıyor, işkence yapanların gözlerinin içine bakıp tebessüm ediyordu. Bu tavrı, onları kızdırdı. Çok dayak yedi ve yatağa düştü. Yatağa düşünce gardiyan, 'Onu bana getirin' dedi. Götürdük. Bedii Tan ayakta duramıyordu. Kafasından bir bidon soğuk su boşalttılar. Yere yığıldı. Kalkması emredildi. Duvara tutunarak güçlükle kalktı. Kalkmasıyla beraber, gardiyan bir tekvando hareketiyle dönüş yaptı ve botunun tabanını Bedii Tan'ın göğsüne indirdi. Adamcağız kafa üstü yere düştü. Bedii Tan öldükten sonra koğuşa bir hâkim yüzbaşıyla asteğmen geldi. Bize, 'Bedii Tan koğuşa gelmeden önce ishale yakalanmıştı. Bağırsak enfeksiyonundan öldü' diye bir ifade imzalattılar. Biz ise aramızda anlaştık. Kim mahkemeye ilk çıkarsa bu cinayetle ilgili suç duyurusunda bulunacaktı. Mahkemeye ilk ben çıkarıldım ve 'Bizim koğuşta cinayet işlendi' dedim. Diğer arkadaşlar da suç duyusunda bulundular. Gestapo lakaplı o gardiyan sonra mahkûm oldu. Ben o ifadeden sonra bayılıncaya kadar dövüldüm.<br /><span style="color:#ff0000;"><strong>N.D:Sürekli işkence ortamında yaşamanın insan üzerindeki ruhsal etkileri neydi?</strong> </span><br />S.D:İnsanın cezaevi dışındaki yaşamı hafızasından siliniyor. Eskiden tabaklı ve sürahili bir sofrada oturduğundan bile kuşkuya düşüyorsun. Annenin, babanın, kardeşlerinin yüzünü hatırlayamıyorsun. Tamamen cezaevine ait oluyorsun. Ben bu vahşeti 23 yıl önce yaşadım. Orada insanlar öldü, hayatta kalanların çoğu ise hastalandı. İnsanların duyarsızlığından hâlâ korkuyorum.<br /><span style="color:#ff0000;"><strong>N.D:Niye hâlâ korkuyorsunuz?</strong> </span><br />S.D:Böyle bir vahşet tekrar yaşandığı takdirde gene sessiz kalacaklarından ürküyorum. Bakın, cezaevinde kendisine tekmil verdiğimiz bir 'Komutan Co' vardı. Benim cezaevindeki ilk aylarımdı ve hücrede kalıyordum. Gündüzleri hücrenin içinde esas duruşta marş söylüyorduk. Nefesim o gün pislikten kesilmişti ve çömelmiştim ki, Komutan Co'nun sesi geldi. Komutan Co hücrelerin önünde geziyor, oturanı görünce havlıyordu. O bir kurt köpeğiydi ve biz ona 'komutanım' diye tekmil veriyorduk. Gardiyan bize onu , 'İşte komutanınız' diye tanıtmıştı. Komutan Co'ya tekmil vermemiz emredilmişti.<br /><strong><span style="color:#ff0000;">N.D:Her an işkenceye uğrayabileceğini bilmenin, çevrede sürekli işkence edilenleri görmenin yarattığı dehşet duygusuyla nasıl baş edebiliyordunuz peki?</span></strong><br />S.D:Bunu, onurlu kalmanın bir bedeli olarak görüyorduk. Çünkü karşındaki kişi, senin insanlığını elinden almak istiyordu. Sen de insanlık onurunu korumak için direniyordun.<br /><span style="color:#ff0000;"><strong>N.D:Orada, normal hayatın dışında bir hayat sürüyordunuz. Bir insanın algılamakta zorluk çekeceği şartlarda yaşıyordunuz. Bu, gerçeklik duygunuzu nasıl etkiliyordu?</strong> </span><br />S.D:Yaşadıklarımızın gerçekliğinden kuşkuya düşebiliyorduk tabii. Mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik duygumu ben tamamen yitirdim. 50 yaşlarındaydı. TKİ'de memurdu. Kendisini ve bizleri ölü zannediyordu. 'Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz' diyordu. Biz, ' Amca yok öyle bir şey, gerçek hayattayız' desek de, koğuşun aslında bir mezar olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dahil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık. Mesela cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu. 'Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Cizre'de biliyorsunuz kabir ziyareti cumalarıdır' diyordu. Gardiyanların da Zebani olduğunu söylüyordu. Gerçekten de koğuşun camları boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk. Bu durum uzun sürdü ve ona yaşadığımızı bir türlü ispat edemiyorduk. Bir gün mazgal açıldı ve 'Mehmet Salih Besen hazırlansın, tahliye oluyor' dendi. Ben şahadet getirdim. Dedim ki, 'Biz yaşıyoruz...!'<br /><span style="color:#ff0000;"><strong>N.D:Peki o yaşadığına inandı mı?</strong> </span><br />S.D:Hayır. 'Seyidim beni gönderme. Sen bana sahip çıkıyordun. Şimdi tek başıma mahşere hesap vermeye gidiyorum' diye ağladı. Sonradan onunla birlikte tahliye olan gençten öğrendik ki, onları Siirt'teki sivil cezaevine götürmüşler. 'Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım' demiş. Cezaevi müdürü de telefon etmelerine izin vermiş. Genç, Salih Amca'nın evini aramış, karşısına hanımı çıkmış. Telefonu Salih Amca'ya vermiş. Salih Amca, hanımına 'Ben sağ mıyım, ölmedim mi?' diye sormuş. Ve ahize yere düşmüş. Salih Amca, içerideki vahşeti görünce, oradan sağ kurtulacağına inanamadı. Sağ kurtulduğuna inandığında ise buna kalbi dayanmadı.<br /><span style="color:#ff0000;"><strong>N.D:Diyarbakır Cezaevi'ndeki mahkûmlardan dördü kendilerini koğuşta yakmıştı. Kimdi o dört kişi?</strong> </span><br />S.D:Ferhat Kortay, Necmi Önen, Mahmut Zengin, Eşref Anyık. 1981'in sonlarında itirafçılık başladı. İtirafçılar ayrı koğuşa kondu, onlara işkence yapılmadı. Onlar, spor yapıp, televizyon seyrediyorlardı. İtirafçıların sayısı da her gün artıyordu. Bu dört kişi, itirafçılara ve işkenceye karşı eylem yaptılar.<br /><span style="color:#ff0000;"><strong>N.D:Onlar kendilerini yaktığında siz orada mıydınız?</strong> </span><br />S.D:Aynı koğuştaydım. Ferhat Kortay hemşerimdi, elektrik mühendisiydi, samimiyetimiz vardı. Sabaha karşı saat üç sularında koğuşta müthiş bir patlama oldu. Bir arkadaş alevlerin üstüne su döktü. Alevlerin içinden bir ses geldi. 'Bu bir yangın değil, eylem. Kahrolsun işkence, kahrolsun vahşet' dedi. Alevler küçüldüğünde biz o dört insanı kafa kafaya vermiş gördük. Ben Ferhat Hoca'nın başucuna gittim. Eğildim, 'Hocam bir şeyler söyle'dedim. Dişleri kenetlenmişti. Tıslar gibi bir sesle zorlukla, 'Bana türküyü söyle' dedi. 'Sevdalım' adında çok sevdiği Kürtçe bir aşk türküsüydü bu. Ben ağlayarak türküyü söylemeye başladım. Beni teselli etmek ister gibiydi. Ağlamamam için bana tebessüm etti. Tebessüm ederken yanaklarından etler dökülüyordu. <span style="color:#ff0000;"><strong>N.D:Hapishaneden çıktıktan sonra neler hissettiniz?</strong><strong>Hapishanenin sizin üzerinizde bıraktığı etki neydi?</strong></span><br />S.D:Tahliyeden bir hafta sonra askere alındım. Askerlik psikolojik tedavi oldu. Çünkü orada da elbiseler cezaevindekiyle aynıydı. Fakat muamele farklıydı. İşkence, ölüm, hakaret yoktu. Askerde bana hiç görev verilmedi, hiç baskı yapılmadı. Ama ben yine de kendimden nefret ediyordum, yaşadıklarımı haykırmak istiyordum, haykıramıyordum.<br /><span style="color:#ff0000;"><strong>N.D:Hapishaneden çıktıktan sonra psikolojik tedavi gördünüz mü?</strong> </span><br />S.D:Maalesef. Neler yaşadığımı bir ben, bir de ailem bilir. Normal insan gibi yürüyebilmek için bir hafta çalıştım. Tuvalete bile nizami adımlarla gidiyordum. Anneme babama emredersiniz diyordum. Sokağa çıktığımda herkesin beni gözlediğini sanıyor, gizlenmeye çalışıyordum. Beni, iki arkadaşım kolumdan girip sokakta yürütüyordu.<br /><span style="color:#ff0000;"><strong>N.D:Diyarbakır Hapishanesi'nde yaşananlar Güneydoğu'daki olayları nasıl etkiledi sizce?</strong> </span><br />S.D:Ben siyasi biri değilim. Bu konularda birikimim yok. Ama 12 Eylül, Kürt sorununa herkesin dikkatini çekti, bu sorunu dünyaya duyurdu. Cezaevindeki vahşet olmasaydı, Kürt meselesi bu ülkede bu kadar erken açığa çıkmazdı. Diyarbakır Cezaevi'ndeki insanları birer militan haline getirdiler. Bunların yüzde 80'den fazlası dağa çıktı. İnsanın oradaki vahşeti gördükten sonra normal yaşama dönmesi çok zordu. 'PKK hareketi 1984'te patladı' derler ya, bu tarih, Diyarbakır Cezaevi'nden ana tahliyelerin olduğu tarihtir.<br /><span style="color:#ff0000;"><strong>N.D:Aradan uzun bir zaman geçti. Hapishanenin izlerini hâlâ içinizde taşıyor musunuz?</strong> </span><br />S.D:Evet. Ama tuhaftır konuşmak, anlatmak da istiyorum. Benim dile getirdiklerimin siyasetle bir ilgisi yok. Ben ülkemizde geçmişte yaşanılan bir vahşeti anlatıyorum. Bugün 43 yaşındayım, Diyarbakır Cezaevi'nden konuşulduğunda hâlâ hayattan kopuyorum. <em><strong><span style="color:#330033;">İçimdeki fren boşalıyor, bağırmak, ağlamak, haykırmak istiyorum. Benim hanımım ve çocuğum var. Kalabalık bir ailem ve dost çevrem var. İçimdeki frene basamıyorum ve herkesin önünde hüngür hüngür ağlıyorum, ağlıyorum...</span></strong></em><br /><strong><em><span style="color:#ff0000;"></span></em></strong><br /><strong><em><span style="color:#330033;">Kaynak:<a href="http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=79191">RADİKAL GAZETESİ</a></span></em></strong>JAHRONİhttp://www.blogger.com/profile/04222089432828226366noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2375689819420534818.post-34047459666935357122009-11-27T16:01:00.000-08:002009-11-27T16:19:35.726-08:00A-POLİTİK TAVIR ALMALI İNSAN<p><iframe allowfullscreen='allowfullscreen' webkitallowfullscreen='webkitallowfullscreen' mozallowfullscreen='mozallowfullscreen' width='320' height='300' src='https://www.blogger.com/video.g?token=AD6v5dxpGeD0a3T7-Ky5scGfP5WWAWIJRdgEvI3w7GZKRA3QyPTcbnZg9R2RZ4-toRGCa7gy3R9CAKO-BDxb00yv9g' class='b-hbp-video b-uploaded' frameborder='0'></iframe></p><p>Videonun adı aslında </p><p>bir şıktır,</p><p>bir önermedir ve </p><p>videonun içeriğine dair bir de göndermedir...</p><p></p>JAHRONİhttp://www.blogger.com/profile/04222089432828226366noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2375689819420534818.post-38174398013967604892009-11-25T14:46:00.000-08:002009-11-25T14:51:55.139-08:00'Size Bir Dersim Hikâyesi Anlatayım' - Yavuz SemerciCHP’li Onur Öymen’in Dersim gafı, 1936-38’de yaşanan, birçok insanın bugün hiç bilmediği acıların hatırlanmasına ve araştırılmasına yol açtı. En ilginç anılardan biri de Yavuz Semerci’nin önceki gün Gazeteport’ta yazdıklarıyla gün ışığına çıktı. Anlatılan gazeteci Yavuz Semerci ve ‘Nefes’ filminin yönetmeni Levent Semerci’nin babasının hikâyesi. Dersim’de üzerine kurşun yağdırılan bir konakta başlıyor, Afyon’da bir yetimhaneye ve bir Çanakkale gazisinin evine uzanıyor. Aynen yayımlıyoruz.<br />“Yıl malum yıl.<br />Herkesin unutmaya çalıştığı yıl.<br />Ağlayacak anaların da öldürüldüğü yıl. Yani ağlayacak ana kalmadığından ağlama derdinin olmadığı ve kimsenin üzülmediği yıl...<br />Hikâyemiz, o günlerde Dersim diye bilinen Tunceli’nin Hozat kazasının bir köyünün 1 kilometre ötesinde 1’i ağanın konağı diğeri evi vebir de taş ahırın olduğu mezrada geçer...<br />Hava kurşun gibi ağırdır... Haberler iyi değildir. Ama bir umut var bu bölgede yaşayanlar için.<br />Çünkü dağa çıkılmamış, askere karşı silah kuşanılmamış. Yani devlet en fazla buralardan sürer bizi demektedirler.<br />Allah’ın bir günü. Çamur yoldan sabahın köründe, o lanet ayazında dağ taş asker dolar.<br />Erkekler ile kadın ve çocuklar ayrılır. Çavuş kadınlara karşı gayet kibardır. Hatta kendilerine çay yapılmasına izin verirler.<br />Bir süre bu emirden emin misiniz sorusunun yanıtı beklenir. Emir doğrudur ve kesindir ve tekrarlanır ve bir daha tekrarlatılmaması için uyarılır komutan. Askerler çaylarını bırakır, çatılmış tüfekler alınır ve tüm kadın ve çocukların konağa girmesi istenir.<br />İstenmez, emredilir. Az önce çay veren kadının yediği dipçik yeteri kadar açıktır. Erkekler zaten yoktur. Ve kendilerinden birkaç saattir haber alınmamaktadır. Konağın şömineli odası 30, bilemediniz 40 kişi alır. Çoluk-çocuk 100 ’e yakın insan evi zorla sokulur. Artık çocuklar ağlamaktadır. Odanın içinde herkes bağırmakta, kendilerini içeri iten askere lanetler yağdırmaktadır. Yaşlı ve bilge kadınlar Hak’ka yürüme zamanının geldiğinin farkındadır.<br />Hikâyemizin kahramanı, ağanın oğlu, o sırada anasının kucağında şöminenin dibinde muhtemelen ağlıyordu. Muhtemelen çünkü hikâyenin bu kısmını sadece rüyalarında o da hep değişik ve anlaşılmaz bir şekilde hatırlamaktadır.<br />Daha sonra yıllar geçtikten sonra anlar ki o rüyada ağlayan kadın kendi anasıdır ve ondan özür dilemektedir. Niye özür dilediğini önce anlamaz. Sonra ben seni koruyamadım sen çocuklarını koru dediğini anlar bir rüyasında...<br />O gün, o lanet gün o odadakiler bilmez ki, kasabanın dibine kadar yürütülen erkekler dere kenarında kurşunlanmıştır. Ve elbette bilmezler ki o gün binlerce insan sadece ve sadece Kürt-Alevi olduğu için öldürülecektir. Ve bilmezler ki birkaç dakika içinde onlarında sonu bellidir.<br />***<br />Önce, tek odalı konağın hepsi ön yüze bakan 3 penceresi dipçiklerle kırıldı. Ve sustular. Sonra sadece mermi sesi vardı. Ve hemen ardından odaya birer ikişer atılan bombalar patladı. Birkaç dakika sonra içeri giren kimi asker süngüleriyle yaşayan yoklaması yaptı. Muhtemelen emri uygulayan ama tek kurşun bile sıkmamış çavuşun bağıran sesi duyuldu, “Herkes odadan çıksın...” Kahramanımıza anasını delip geçen üç kurşun isabet etti. Ama öldürücü değildi.<br />***<br />4-5 saat önce, askerler henüz çay içerken, yaşlı bir kadının uyarmasıyla dağa kaçan 3-5 genç çocuk askerlerin gidişiyle konağa geri gelir. Birisi de hikâyemizin kahramanının kardeşidir. Katliamdan sadece üç kişi kurtulmuştur. Ağır yaralı kadına bir parça ekmek ve biraz da su bırakılır. Ve ardından dağa çıkılır. Katliamdan kurtulmayı başaranlar ile birlikte dağlarda, mağaralarda hayvanlar gibi saklanarak birkaç hafta geçirilir. Kahramanımız yaralı ve çoğunlukla ağlamaktadır. “Dereye atalım ” diyenler çıkar... Çünkü ağlayan çocuk nedeniyle askerler yerlerini tespit edebilir diye korkuyorlardı. Bir keresinde ağabeyi yıllar sonra ona “Mağaranın yakınına askerler geldi. Sesin çıkmasın diye ağzını kapattım ve az daha seni kendi ellerimde boğuyordum” der. Ağa çocuğu olması ve ağabeyinin koruyuculuğu sayesinde öldürülmekten ikinci kez kurtulmuştur. Henüz 6 yaşındadır ve devletin af ilan etmesinin ardından sürgüne gönderildiği yerde hayatı değişecek ve Kürt olduğunu yıllar sonra öğrenecektir. Ama tercihini yapmıştır artık ...<br />Af ilan edilmiştir. Dağlarda dolaşanlar, artık askere yakalandıkları an kurşuna dizilmeyeceklerini anlamıştır. Ve teslim olurlar. Kan kokan Dersim’den, Anadolu’ya zorunlu göç başlamıştır. Kayıtlar, resmi ve gayri resmi rakamlar ne der önemi de yoktur.<br />Afyon’a giden kafilenin içinde anaları konakta öldürülmüş, babaları ve dedeleri ise bir dere kenarında (aynı gün) kurşuna dizilmiş ağabey-kardeş de vardır: Koç Mustafa Ağa’nın oğlu Hıdır’dan olma, Geyik’ten doğma Hayri (12) Ahmet (kayıtlarda 6 gerçekte 3 yaşında).<br />Uzun süre sonra ilk banyo, Afyon Çocuk Esirgeme Kurumu’nda alınır. Sıcak yemek, kıyafetler... Afyon onlara kucak açmıştır. Ve her çocuk gibi onların da bir aile tarafından evlat alınması amaçlanmıştır. Ağabey büyük olduğundan şansı yoktur ama onun vardır. Çünkü çocuksuz aileler geçmişi hatırlamayacak kadar küçük olanları tercih etmektedir.<br />***<br />Deli Çavuş’un evi<br />Deli Çavuş... Adı hep öyle kalmış. Çanakkale Savaşı’nda gösterdiği cesaretten bu lakap verilmiş ve hep böyle anılmış. Karı-koca en büyük dertleri çocuk sahibi olamamak. Ve derler ki sonra, “Seni ilk gördüğümüzde sevdik. Kocaman gözlerin, kıvırcık simsiyah saçlarınla, yaralı yüzünle paçamıza yapıştığında kararımızı vermiştik. Sen bizim oğlumuz olacaktın...”<br />Fakir bir Anadolu kentinde, sevgi dolu bir ailede geçen 15 yıl. Okutulan, el üstünde tutulan gözbebekleri gibi bakılan bir genç.<br />Okul çıkışlarında önce babanın semer dükkana gidiyor. Bir yandan baba işi öğreniliyor bir yandan sanat okulunda meslek sahibi oluyor. Babanın askerlik anılarıyla büyüyor. Asker olmak en büyük arzusu. Deli Çavuş’un oğlu olmak en büyük gurur kaynağı...<br />***<br />Bir gün okul çıkışında, yolunu, zayıf çelimsiz, Türkçesi bozuk birisi keser.<br />Hikâyesini anlatır ve onu gerçek evine götürmeye geldiğini söyler. Karşısındaki genç yıllar önce Afyon Çocuk Yurdu’ndan kaçan ve memleketine dönen ağabeyidir. Üç gün inanmaz. Gördüğü kabuslar ile kendisine anlatılanlar arasında paralellik kurar. Hayatta en değer verdiği anne ve babasının üvey olma fikrini üç gün sonra taşıyamaz hale gelir. Ve o okul çıkışı, eve varır ve anasına “Ben üvey miyim” diye sorar...<br />“Annem ağlamaya başlayınca gerçeği anladım. Tek kelime etmedi ve sadece ağladı. Ve hemen evden kaçtım. Beni bekleyen ağabeyimin yanına gittim ve ilk trenle Elazığ’a geçtik. Oradan da köye...”<br />***<br />Ancak Türk örf ve adetlerine göre büyüyen, Sünni olan gencin kafası karışıktır. Her şey kendisine yabancıdır. Alışmaya çalışır. 6 ay sonra haber gelir. Üvey annesi hastaneye kaldırılmıştır. Ve bir gün Deli Çavuş’u karşısında görür. Üvey babasını. “O gün anlamıştım beni sevgiyle büyüten bir anam ve babam var. Ve her ikisi de sağ...”<br />Ve her şeyi geride bırakır... Ağabeyine tüm mallardaki hakkından vazgeçtiğini söyler. Tüm akrabalarıyla vedalaşır ve Afyon’a bu kez gönüllü döner.<br />Yıllar sonra o günü oğullarına şöyle anlatır: “Afyon garında üvey annem ve benden çok önce geri dönen babam vardı. Anam tek kelime etmedi. Sarıldı eve gidene kadar bırakmadı. Ağladı. Ne yaptığımı o gece anlattım. Sonra bir daha bu konuyu hiç konuşmadık. Ne o sordu ne de ben anlattım..”<br />***<br />Elbette anlamışsınızdır. Tek odaya tıkılan 100 kişinin üstüne kurşun yağdı, oradan sağ kurtulan üç kişiden biri benim babamdı. Yani bu hikâyedeki kişi... Hikâyesini en azından ben gençlik dönemine girdiğimde ve siyasete ilgi gösterdiğimde öğrenmiştim.<br />Her muhafazakar Türk’te rastlayabileceğiniz Kızılbaş alerjisi annemde de vardı. Ömrünün son zamanlarında takılırdım, “Kızılbaş biriyle neden evlendin” diye...<br />“Ah be oğlum ne bileyim bunun kökü Kürt. Öğrendiğim gün evi terk ettim. Ama Afyon’dan anası geldi. O benim oğlum. Öz ve öz Türk dedi... Bizi tekrar bir araya getirdi. Baban hep Sünni’ydi. İyi ki ayrılmamışım...”<br />Aslına bakarsanız, rahmetli annem de Rus baskısından kaçan Çerkez göçmeniydi. Bunu da annem öldükten sonra araştırmıştım. Rusya’dan Lübnan’a Trabzon ve ardından Bayburt ve Erzurum’da kök salan bir aile...<br /><em><span style="color:#ff0000;">İşte böyle... Biri Türk diğeri Kürt olan iki kardeş ancak bu coğrafyadan çıkar. Biri Sünni diğeri Alevi... Çerkez gelip, Türkleşenler de bu coğrafyada bulunur. Çerkez’in Türkleşeni ile Kürdün Türkleşeninin evlenip bu vatana hizmet eden çocuklar da bu coğrafyadan çıkar. Zorunlu veya gönüllü asimilasyonun ağası da bu topraklarda yaşanır. </span></em><br /><em><span style="color:#ff0000;"><br />Ve kendimi bu ülkeye, bu topraklara ait hissetmekten hiç vazgeçmedim. Tüm acılara, geçmiş hatalara rağmen kendi kimliklerimizi gururla ifade edeceğimiz, etmekten korkmayacağımız tek rejimin demokrasi olduğunu en iyi bilen kuşağız. En azından ben öyleyim...”</span></em><br /><br />Yavuz SemerciJAHRONİhttp://www.blogger.com/profile/04222089432828226366noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2375689819420534818.post-77950057392214940982009-11-18T14:28:00.000-08:002009-11-18T14:29:07.557-08:00KÖPRÜ KURMAK FEDAKARLIK İSTER<p><iframe allowfullscreen='allowfullscreen' webkitallowfullscreen='webkitallowfullscreen' mozallowfullscreen='mozallowfullscreen' width='350' height='300' src='https://www.blogger.com/video.g?token=AD6v5dyUx0U3tn5Xcyl0__l3oMb0nap49nPX4QljrcLXV6CEmBOsloibiZ4z_BX4_HFyTk2WDk_kHrkXfsmLI4UBMA' class='b-hbp-video b-uploaded' frameborder='0'></iframe></p><p>türkler ve kürtlere ithaf olunur...</p><p> </p><p></p>JAHRONİhttp://www.blogger.com/profile/04222089432828226366noreply@blogger.com0